9 Mart 2018 Cuma

Kaf Kef Satıcısı

Müslüman mahallesinde salyangoz satan dayıların yan sanayi ürünü olan Kaf kef satıcısı ben, padişahın kamışından damlayan limonata damlasından o gün de nemalanamamıştım. 

Dostluk ulumaları arasında dolanırken attığım kahkahalar biraz uzaktaki evin camından meğer duyuluyormuş... 
Tam o esnada çatlamıştı kalemimin damarı ve kalbimin merhamet okkası... halbuki kantarın hesabı esas olandı..
Bunlar olurken tam o esnada bir kamyondan Kol kola inen tomruklar yolları çizik çizik bırakmıştı, paralel evreninde ise takalar deniz suyunu içmeyi çoktan unutmuştu. Çünkü kubbeli metallerden çıkamayan adamlar ve kadınlar 121. Kattan ekmek siparişi veriyordu. Yetmeyen ipin ucuna koyulamayan sepetlerin içinde ise yığınla koparılan apoletler vardı. 

Süpürülen şaftımın kayan suretiyle süslenen katran karası yazma genç bir küstağın beynini örtüyordu. 
Kağıt mezarlığı bu yüzyılın rekoruydu ve bir tane eğer ben de koyarsam ağaçların canına okunurdu.

Kararan gölgem saatlerin geçtiğini sana değil bana değil sabra anlatırken ben tüm alfabeyi satmış eve yollanmıştım.
Parmaklarım anneme veremediğim hesabın kokmuşluğu ile içinden yine annemle hesaplaşıyor “ben sadece kalem tutamam bunu benden isteme” diyordu.

Çare, sabır ve dua olalıdan beri herkesin toprakla işi bitmiş gökle davası başlamıştı.
Nihayetinde Senden uzak sana yakın meselesi olmuştu artık insanoğlunun mayası. Teptiğim yollarsa sadece teoriğin bedeli olarak kalıp pratiğin sevabını hiç alamamıştı. 


Toprağa gömülemeyen öfkenin inadına gelenek fışkırıyor ve eller kollar her birinin tutturduğu davaya koyun olmak zorunda kalıyordu. Utanıyordum artık çıplaklık neydi ki... lal olan dilleri mimlerle açıp içine elifi doldurup dağlıyorlardı. Gözler değil artık dillerdi dağlanan... oysa benim söylemek istediğim tek bir şey vardı:          
“ üstad biz çiçek yetiştiriyoruz ağzımızla”

28 Temmuz 2017 Cuma

Kendime

bir kadın, inlemeler tadındaki bir şarkıyı usulca icra ederken ben senin kemikli omuzlarında uyumaya çalışıyordum sanki... kediler gibi bıraksan mırıl mırıl-danacaktım.

bir kadının değerlisi nedir? ya da kimdir? hayattaki vazgeçilmezi nedir? inan ben bir kadınım ve bu sorular bana şu an çok ağır ve içinden çıkılmaz geliyor. harfler üzerinde dolaşan parmaklarım bir zihin kadar ağır işlemekte. yazmaya üşenmiş, yazmamayı eseflemiş bir haldeler sanki.
bir ara evim karıncalıydı ya hani sen de bilirsin şimdilerde parmaklarım işte...

radyoda "wanna please, wanna keep, wanna treat your woman right" diye bağırıyor melez bir kadın. sesi beni yumuşatıyor ve dün bindiğim, şoförünün kadın olduğu, içinin de yumuşatıcı koktuğu dolmuşa çağrıştırıyor. sorma "neden" diye, öncelikle bu soru benim hakkım, sonrası ise nedensiz yaşasak sadece bir günü... becerebilir miyim bilmem?!

bugün gökyüzü güneşli... karşımda bir otoban mevcut... sen birazdan oradan geçeceksin 4 numaralı koltukta oturmuş benim bulunduğum binaya doğru bakacaksın beni göremeyeceksin, ama ben o pencerenin tam da önünde seni yolculuyor olacağım. "kalsaydın da sarsaydım seni" diyeceğim. senin gibi çağlayamam belki, ama ben de usul usul akarım sonsuza dek akarım. bensiz her yola çıkışında olanı biteni kalanı kaçanı hep fazla merak eder oluyor, her saniyenin sağlıklı olmasını çok ama çok önemsiyorum. babanın boynuna geçen geçim ilmiğinin kalınlığı nasıl ay'ın şavkının umurunda olmazsa benim de diğerleri değil, ama yolların sağlığı anlağımın tek derdi oluyor.

hayranı olduğum kadın yeni albüm çıkarmış yine sesinin tınısıyla beni kavrıyor, burkuyor, eğiyor, büküyor. fazla daldım kelimelerin madde boyutuna maneviyatından uzaklaştım. düşünemez, tutunamaz, yaşayamaz olmuştum artık. hiçkimseden herkese giden yolda "bana bir şey anlat" derdinde kalırken; 13.20 treni kalkıyor gardan. yalnızlığın kekremsi tadını şerbete çevireli birkaç zaman oldu dimağımda. 

hem leylak kelimesi yine dilimde, zihin labirentinde ara sıra yolunu kaybetse de. anlaşılmak derdim değil, anlatmak mesele... çünkü pembe ve beyaz yalanlardan daha çok lazım gerçeğin pervazlarına... 

gitmenin adabından lazım derken, kalmayı öğreniyorum sıcak yazın belirli günlerinde. yalnızlık böyle vuruyormuş. böyle susuyormuş bir kadın. 

ama korktuğum kadar razı değilim artık dünya gazetesine... gazete de değil belki, mecmua. zamanın dilimlerine bölünmüş, sığınmış satırların yer aldığı mecmua...  

uzun bir zamandan sonra ben buradayım. aşk bir yerden bul beni ve çöz artık beni... başımda yeşil bir yemeni ile beklerken seni... 

oyalanıp duruyorum içimin oyalarında. 

o zamansa zaman - şartlı geniş zaman çekiminde - içinde tekrar hoşbuldum...

9 Şubat 2017 Perşembe

Kum Tepeli Mahallesinin Cımbız Gözlü'sü...

mümkün olsa kulaklarımı çıkarıp yaşayacağım hücremde. hücre de bazen sessiz olmuyor. insan insana diken misali batabiliyor. sigarasız yazılmıyor. kelimelere yine bana küsmüş anlaşılan. gönül almaktan biçare halim yakalı gömleklerin kiri kadar emekli değil maalesef.
bilmediğim bir dilin tınılı tıngırtısı kulaklarımı sessizleştirirken zihnim lekelenmekte.

şöyle çıksam trenin iki rayının üstüne. bir ayağım bir rayın, diğeri diğer rayın üstünde. dengemi sağlamaya çalışırken bir yandan da bağırsam var gücümle "eeeeeyyyyy erguvan çiçeği... biz üç pervane hükmündeyiz... ateşin peşinde dolaşan üç deliyiz... ilkimiz ateşe yaklaşıp aşkın manasını çözdüm dedi, ikincisi kanatlarını yakıp sakat kaldı aşk bu, dedi... üçüncüsü ise, ateşe attı son nefesiyle aşk ölmekmiş, dedi ve öldü."

sonra trenin 4. vagonunda 21a nolu koltukta bulsam ruh-ı revanımı. hızlandıkça hızlansam. treni boydan boya koşsam. yollarda kuşlar da olsa. dans edeni, zıplayanı, öteni, kaçanı... yollarda kireçli ağaçlar bulunmasa.... 

hepsi birer damgalı pul niyetinde isteriklerdi...

çünkü, ağaç gövdeli direkler mevcudiyetini kıble yönündeki ışıklarıyla kabul ettirebiliyorlardı. halimiz darma duman desem iç acımaz da bir mide ürküntüsü verir, bu acımtırak sözlerin manaları bayatladı azizim...

azizim, diyince ben sizi Muzaffer Işık'la tanıştırmadım değil mi? efenim, o benim kahramanım. dalga geçmiyorum, her anlamda kahramanım. önce hayatımın sonra yazmak istediğim tüm kısmetlerin kahramanı. sonra, size onu uzun uzun anlatırım. 

şimdi trenlerle olan kaderli kısmetli kavgamıza geri dönelim....

treni boydan boya koşsam ve ufak bir adımla tekrar bulsam kendimi raylarda. bu kez eşlik eden kuşlar değil, denizler olsa. ben hep denizi olan bir şehirde yaşamak istedim, istedikçe de yollarım hep yüksek dağların olduğu şehirlerin kesif yollarına çıktı. fişi çekilmiş gibi hayatımı böldüm böldüm yeniden başlattım. yalnız, bir keresinde kumlarda fallara bakan, dalgalı saçları olan, benim doğduğum yıl ölen şair bir kadına rastladım. cımbız gözlümü anlattım, o da bulutların çekilmesini seyreyledi. göğün mavisiyle her şeyi çılgınca maviye boyayanlar arasındaki farkı önce anlattı, sonra da bir güzel alayını kalayladı. sonra valse eden kuşların arasına katılarak gizi kazınmış aynaların sırları gibi yavaş yavaş dökülerek yeryüzü kandırmacısından kendini sıyırdı.  

onun gidişinin ardından rüzgârla birlikte biriktirdiğim tüm kum tepecikleri savrulmaya başladı. saçlarım kopacak kadar hızlı bir şekilde rüzgâra eşlik etmeye başladı. ellerim benden bağımsız kumların taneciklerini tutmak için onları izlemeye başladı. ve işte şimdi tam fırtınanın ortasındaydım. neden ve nasılla kendini şişirmiş olan hınç kısıklı bir bakıştan akıp gitti. 

- aaaaaaahhhhhhhhhh ahhh ahhhhhhhhh, diye sevmek zamanlı bir film müziğine başladı. 
çingeneler zamanı göçlü kavimlerin ayak izlerinde yok olmaya yüz tuttu... zaman gelecekte kayboldu...

not: cımbız gözlü Muzaffer Işık'ın kaderi de bir kum tepeciğinin tepesinde başlıyordu...

15 Aralık 2016 Perşembe

Ansızdan -4-

Tahtalı bir odaydı annemin iki odalı hiç salonlu evinin orta yeri. Biz randevularımızı günde bir kez olmak üzere oraya verir ve orada buluşur, orada bir, bilemedin iki saat beraber vakit geçirirdik. Ta ki elimle onların sevgisini itene dek. Pişman mısın diye soranlar oldu. Pişmansız ayrılıklar vardır, ama benimki mecburi bir ayrılıktı, bu sebeple pişmanlık yok içinde, diye cevapladım.

Mecburiyette pişmanlık ne kadar "ben"in elindedir. "Sen"i bile aşan bir mecburiyet bu. Sanki nefes almak kadar gerekli, bir mecburiyet de değil. En tepedeki "o"nun elindeki imkâna karşılık "sen" ve "ben"de olan mecburiyet. Pişmanlık olacaksa "o"nda olur. "Ben" ve "sen"de olmaz. 

Zamirler dünyası zordur, zamir felsefesi beynin nakışlarını zorlar, su salar beynin kıvrımlarına. En iyisi biz vazgeçelim pişmanlığın sorgusunda zamirlerin yakasından düşelim. Hadi, annemin evine geri dönelim.

Dantelleri vardı, yeni gelinlik zamanından kalma. Koltuklarımızın ortası çökmüştü yılların verdiği taşıma izinin tanıklığıyla. Odanın en köşesinde yer alan yemek masasının koltuklarına yakın olan yerinde babamın küllüğü olurdu hep. Önceden odanın tam ortasında demir döküm bir soba vardı. Sonra her ev gibi bizim ev de doğal bir gazla ısınmayı tercih etti. İşte o vakitten sonra mandalina ve kızarmış ekmek kokusu bizim evi terk etti. Bizim ev sanayi devrimine yenildi. 

Sonra evin insanları da sanayileşti, "idare devri" her açıdan kapanıp, "bir ah et, bin ah işit" devri başladı. Isıdaki mekaniklik bizim de ruhumuza teneffüs etti ve biz kaybettik. 

Odanın balkon olan tarafındaki köşede duran annemin yol arkadaşı olan - babam annemin yol arkadaşı olamadı, sadece olamadıklarının hepsi oldu - günde üç defa, hiç şaşmaz, "cici kuş, cici kuş, cici kuş" diye seslendiği sarı renkli, ifadesiz kuşu çekirdeği iç ederken duyduğu zevkteki sese katlanamaz olduğumda ayrıldım ben o evden. İlk vazgeçen ben oldum anlayacağın.

Sanki yaşama isteğinin bir kadınla (annem) bir adamın birleşmesinden oluşacak olan yeni bireye (ben) nesneleşmesi bir realite gibi değildi, bizim ailede. 

Ben hep vardım, annem ve babam sonradan gelmiş gibiydi. Ya o evden ayrılarak hayatta belki de ilk ve son bir eylem gerçekleştirecektim ya da sonuna kadar kendimi onlara kanıtlamak için uğraşıp duracaktım. 

Durmadım, olmadım, olamadım.

Her şey imkânların kıyısında mümkünlerin olasılıklarını daha da düşürüyordu.

Sözün kısalığında netice: kaynayan tencerenin buğusu zamanla, sadece, annemin elini ısıtmaya başladı. Evce, yemek yemeyi bıraktığımız an, en çok kendimizden uzaklaşarak kaç yıl uzağa düştük birbirimizde belirsiz bir durumda savrulduk.

Beni sen inandır, desem şimdi sana, tüm kadınlığıyla anneme haksızlık etmiş olmaz mıyım?

Seni tüm erkek gücümle sarsam, kaybettiklerimi sana kazandırmaya çalışsam babama hakaret etmiş olmaz mıyım?

Ya da hiçbiri. Belki yine yollar seni benden alır kim bilir? Sen de belki hepimizin (aile(min)) yaptığı gibi dönersin kalbine.

Fotoğraflardan bakıyorum ben yüzüme, acıyarak. Bilmem ayrıntılarını yüzümün. Halbuki seni yeni görmeme karşın tüm çizgilerinin koyuluğuna kadar anlatabilirmişim gibi.

peki. Cam güzeli. Söyle bana. En doğru zaman ne zaman? Ya lime lime olursak zamanın ellerinde?

"Kendi" ile barıştığımız zaman tekrar karşılaşalım. Ama böyle kırık ve dökük... Titrek mum ışıklı... Bilemeyiz...

11 Kasım 2016 Cuma

Ansızdan -3-

Adamın kulağına miras ninesinden kalma eskimiş türküler yoktu...

Kadınla karşı karşıya kalan Kafkaesk adamın sanki haftalardır ara vermeksizin bir çiviyi taşa çakmakla görevliymiş gibi elleri belirlenmiş salınımlarla hareket ediyor, içinden ise nefes nefese Kafka'nın Milena'ya olan aşkından nemalanıp kadını başsız bir başkentte karşılıyordu adeta. 

Kadın mı daha cesaretliydi, adam mı daha susmaklı bilinmezdi, ama söze ilk başlayan kadın oldu:

- Şimdi söyleyeceklerim çok mu ağır olacak kararsızım, ama konuşmaklı bir ihtiyacım var. Dirimim aydınlıklı bir toz bulutunda ne zamandır. Belki de zamanı kestiremediğimden herkese "ne zaman" diye soruyorum. Çünkü ne zamandır ellerim bir pencere kenarında derdimi saklıyor bilemiyorum. Ben, ben öylece kalıyorum kaskatı anıların içinde. İçimde kedilerin kavga sesleri. Ben, işte ben, böyle bir ülkenin ıssızlığının yanan ateşinde kalıyorum. Benim başkentim yok, vuslatım var, dedi ve sonra parmaklarına doğru bir şey daha fısıldayıp sustu, ama bu fısıltıyı adam duymadı.

"Başkent" demişti ama kadın, konuşmaya başlamadan önce acaba adam düşündüklerini seslice söylemiş miydi kendisine? O kadar eminsizdi ki her şeyden o an... Tek bildiği artık kendisinin de bir şey söylemesi gerektiğiydi, zira aynı konuşmaklık ihtiyacı kendisinde de hasıldı.

İçindeki müziğin sesini açıp, sokağın sesini kısarak söze başladı:

+ Sen zamanla kavgalandın bense iki asır sonra var olacak olan ağrının kefaretini ödedim, dedi ve sanki o an ilk defa yaşıyormuş gibi hissetti. Yokuşun başının estiğini ince ve uzun yüzünde ilk kez o an duydu adam. Sesini kendisi de dahil böylece ilan etti Havva kızına.

Uzun saçlarını sağ omzundan sol omzuna geçirip, derin denilecek soluğunu yokuşun aşağısına doğru bırakıp cam gibi gözlerini adamın minik, çekik gözlerine çevirerek kadın:

- Gözün, başın, kalbin, beynin, parmakların ayrı ayrı sızlaması kefaretin günah orucu mu, yoksa kurtulmanın mı derdindesin?

Adam da gözlerini kaçırmadan:

+ Sanki uzun zamandır yürüyormuşsun gibi. Ve sen, en olması gereken zamanda gelmedin; çünkü kendi gelme ihtiyacını bekledin değil mi? Şayet öyleyse, katilsin!

Kadın, sesli güldü. Ama saniyeler içinde kaç duyguya bürünebilir sorusunu yanıtlarcasına suratını önce güldürdü, sonra nötürleştirdi, bir ara öfkelendirdi ve yine nötürleştirip:

- Beni katil ilan ederek mi kefareti ödeyeceksin. Hâlbuki, daha iki asır var demiştin. Ben, seni öldürmedim. Beklentilerinin kuyularında ışıksız bırakılmış gibi hissetsen de içindeki kadını hissedemediğin sürece, ben gelmeyecektim zaten. Ben gitmedim, şimdi de gelmedim haliyle. Daha doğrusu ben, kendi arzumla hiçbir şey yapmadım, beni önce sen gönderdin, sonrasında da yine sen çağırdın.

Kadın ve adam arasında karşılıklı kurulan cümleler, yay ve okun masalına dönüşmüş, lakin kimse kan akıtmamış, ruh çıkartmıştı.

Adam, lacivert ceketini omzuna alarak bir algıyı daha gerçek kıldı ve yokuşu terk ederek kadını arkasında bırakacağını sandı. Kendisinden uzaklaşan her adımda biraz daha sesini yükselterek kıpkırmızı rengin imgesi hâline gelen dudaklarından:

- Sen gidersen sana benzeyen ben var, cümlesi döküldü kadından ve nane yeşili elbisesiyle yokuşun her köşesine yığılıp kaldı. 

Kedilerin karnının dolup boşaldığı zaman arasında yaşanan bahar günleri ile esen kavakların çıkardığı uğultu, aradaki boşluğu şimdi sokağın sesi dolduruyordu.

O an, kadın sılaya, adam vuslata dönüşmüş, her şeye rağmen bahar hüküm sürmeye devam etmişti.  


                                                                                                                      - devamlı hükmünde-

4 Kasım 2016 Cuma

Ansızdan -2-

Biraz konuşsa hâlbuki, yara kabuk bağlamaktan vazgeçecekti.
Yılların yalın ayak izinde bulunan hayatın takviminde vakit hızlı ilerlerdi. 

Uzun saçlarıyla değil dokunmak, iki kelâm edemiyordu. oysa, iki lafın beli kırılmadan ya da incitilmeden konuşsalar biraz vapur esintisi gibi rahatlatacaktı içindeki leylâk dallarını. "Benim biraz kalp ağrım var, gerisi dünya hâli" diyecekti belki de.

Kadın, zaman sorgulamasında görünenin kılınanla arasındaki farkın ince kaya köprüsünde dolanıyordu.

Adam, barınak diye başına sardığı çatıyı yağmur yağdığında inkâr ediyordu. Sözünü sesinden tanıyıp, bakışlarıyla akit imzaladığı cins-i mahlûkatı ne kadar yok sayabilecekti? Değirmenlere karşı kazanılan savaşın tarihte yeri de hükmü de yoktu.

Nesnelerin varlıklaşması güzeldi de varlıkların nesneleşmesi acıydı.

Adam, tartıp, biçip sorguların tepe lambasını tam söndürmüştü ki güzelliğin geçim kaygısı gütmediği kadınla o vakit, o yokuş başında karşılaşmıştı. 

Kadının ilk sözü "ne zaman?" olmuştu. Peki adamınki ne olacaktı? "Neden?" diye sorsa neden'le nasıl başlayacaktı? Sustu bir süre. Geceden beri bir şarkı nakaratı gibi diline dolanan Attila İlhan dizeleri:

"Bitirdiğimiz her şeye yeniden başladık
Dudağımızda birbirimizden mısralar" ı vardı elinde, dilinde, gözünde, zihninde...

Kurumsallaşmış bedeni, bu sarsıntıyı deprem misali karşılamıştı. Ne de olsa memuriyete en büyük eylemi bir ağaç seçip altında kitap okumaktı, daha büyük eymekliği yoktu vakitlerin kısırlığında. Bu bitiş sınırındaki ruhunu ancak şiirle temizleyebilirdi. Zehir oluk oluk akardı dizelerle. Gündeliğe fazlaca bulaşan mengene ucundaki ruh çatallaşarak delerdi, o zaman, günün saatlerini işte şiirlerle. Çünkü çekişen can sağ ve sol arasında bölünmez, sağlı ve sollu nefes alırdı, çünkü günleri asit içmiş rüya tadında geçerdi. Bu martavallara inanmış bedeni de zihni de kadını bir anda nasıl kanıksayabilirdi ki?

Kadında ise şiir; gece dersleri niteliğindeydi... Kadın, şiirler çınlayan bir çocukluk masalının soğukluğunu her daim taşıdığı ruhunun burkuntusunu derinlere iterek yaşardı. Her gün, yeşilin en bozuk tonlu, karanlık bir binaya girer ve günün en yaşanılası dakikalarını yaşamsız ve renksiz geçirirdi. Fanusun sırça duvarlarının buğusunu siler, damlalı camlar arasında akan vakti izlerdi. Bükümlü dillerini ekleyerek çoğaltmayı arzulardı.

O vakit, o yokuş başında bilmezlerde bilinmişli yaşama sırası, kader çarkında, kadındaydı...

Dudaklarının izin verdiği kadarıyla konuştu ve sadece: "Ne zaman?" diyebildi.


21 Ekim 2016 Cuma

Ansızdan

Derken sis indi...

Gündüzün orta yerine çöken bu flu perde iki gün sonra, Paris'e gidecek adamın üç numara saçlarının ucunda su damlası oluşturuyor, saçlarını değil belki, ama gözlerini buğulandırıyordu.

Sis bir nehirden inmemiş şehrin göbeğinde yer alan caminin avlusundaki buhurdandan yükseliyordu sanki. Ve sahipsiz ruhlar gibi, başı boş dolanıyordu ortalık yerde.

İnsanlar hissetmiyor, genç adam yaşıyordu.

Hava erken soğuğu yaşıyordu. Bir patika bulsa belki her şeyden vazgeçecek ve oradan gidecekti. Lakin bulduğu tek şey, bir tarlanın ortasında kalakalmış yabani bir fare misali gri silüetli insanlardı....

Sanki ilk kez yüzünün hatlarını ezberleyen ellerini yoklar gibi saçlarında gezdirdi. Gözlerindeki damlaları sildi.

Bazen mektupta ne yazdığının bir önemi olmaz ya hani, işte duygularının kağıt kalitesi de hissettiklerinin karşısında önemsizleşmişti. Önemli olan ise, içinden fark edilmeden fırlayan hayat idi.

Tam da o an - önemin önemini yitirdiği, farklılığın aynısını kaybettiği an - balıklar kanatlanmış, lambadan cin nihayet çıkmıştı. Olgular arasına sıkışmış hayatı, özünden bağımsız bir çölde kaynamaya başlamıştı.

Kendi kendini kıskanç bir baba gibi gözlemeye koyulmuştu. Yeni keşfettiği kapı duvardan kaçmaya yeltenirken kendi kendini yakalamaya kararlıydı. Ve her zaman dakikasında kendi kendinden kaçarken yakalanma arzusu daha da bir kabarıyordu.

Pılının pırtıklaştığı, kedileri boğmaya yarayan bir çuvala koyulmuş ruhu, hangi kayadan yontulduğunu, hangi kuyudan çekilip çıkarıldığını hatırlamıyordu. Duyduğu tek şey, etraftaki köpek sesleri ve güvercin kanat şaklamalarıydı.

Annesini hatırladı ve "Adım vardı, ama unuttum." diye fısıldadı. Derken, uzun saçlı kadın, saçlarını ona uzattı.

Onu pis kokulu bir nehirden çıkarıp aldığında parmaklarını şıklatıp "ne zaman" diye sordu. İçindeki bu yara, öldürmez ama ondurmazdı da...

Eski Yunanlılar'ın mektupları gibi, kendini sütle yazılmış satırlar gibi eritebilse görünmez diğer satırların arsında keşke. Belki o zaman ölebilecekti.

Kadın, güzel kokuyordu...
Kadın, güzel işitiyordu...
Kadın, güzel söylüyordu...
Kadın, güzeldi, güzel Kadındı...

O an, bir an ve nasıl ansızdan içinde var olabilmişti?

                                                                                                      - devam etmesi mümkün -