25 Aralık 2015 Cuma

Islak İmzalı Günlerden Bir Gündü...

Siyah asfaltın üzerinde son tütmelerini yaşayarak yuvarlanan bir izmaritle başladı sabah. Her zamanki yavaşlıkla - bu da bir alışkanlık olmuştu (merdiven çıkma hızı= bilmem şu saniye+şu adım) - basamakları adımlayıp binanın son katındaki hücresine sanki ağır bir toz yumağının içinde sürükleniyormuşçasına gitti. Kapıyı açtığında karşısına ilk çıkan ise dünden kalan sigara kokusuydu...

Sigara kokusu... sanki doğuştan taşıdığı bir kokuydu, halbuki içmeye başlayalı daha 3 yıl olmuştu... Masa dünden kalma zamanın dağınıklığını yaşıyordu. Açıp açıp yarım bıraktığı kitaplar açık kalmanın yorgunluğuyla selamı bile çok görüyordu sanki. Çok küçükken babası: "geceden kitabını açık bırakma, okurlar" demişti... bundan mütevellid kitapları açık da olsa hepsi ters çevriliydi... Okuyamamışlardır herhalde, diye düşündü bir saniye için de olsa. Batılın battığı gemilerin güvertesinde batılın zaferini yine yaşatsa da o sabah güneşliydi her şeye rağmen...

Çaycının odasında bu sabah her zamankine inat Türk Sanat Musikisi çalmıyordu, adını bilmediği bir arabeskçi çığırıyordu... Kulakları aşina olmayan bu tınıya kahvesini alana kadar alıştı... boğazı yaralanmış sarışın kadın küçük çayhaneye girdiğinde sorgulama mekânizmaları yeniden devre dışı kaldı... Şeffaftı sanki sarışın kadın... sanki dikkatlice bakılsa arkasındaki duvar kadının içinden görünecekti... "Neden?" sorusunu yutarak koridora çıktığında binanın sessizliğine sığındı tekrardan ve zihni tekrar nefes almaya başladı...

Hiçliği varlık sigasına sığdırmanın yollarını geceden haki iplikli bir atkıya sığdırmıştı. Yine uyuyamamıştı... Gecenin zamanıyla da kavgası başlarsa eğer, vay halineydi... Geceyi severdi ne yaşatırsa yaşatsın... Ay'ın zaferi güneşin terk edişi... Gecelerin katranlı aydınlığı onun güzel misafiriydi ve hoşgelişlerini yaşadığı konuğuydu... Uhdeli vakitlerin muvakkit olduğu zamanlardan münezzeh kalbi artık sevdalı buruntuların kusulduğu banyo sadeliğindeydi... 

Adımlarının yavaşlığı piyano tınısı mı, keman sızısı mı, bağlama feryadı mı, bilemiyordu, ama orkestra gibi her telden cazırtı vardı... 

Yakılmayan ışıklarda aydınlığı daha çok sevse de lambanın icadına yine de sevinirdi. Umuttu bir nev'i, lambaların ziyaları... Ziya... denildiğinde Türk sinemasına kazınmış aslan avlama sahnesi bir anda yankılandı gözlerinde ve seslice bir güldü odaya... Ve böylece sabahın selamı verilmişti hücresine... Bu muydu yaşamak? - Bakma, her şey yolunda... sessiz konuşmasını sürdürdü avuçlarında. 

Duvarında asılı olan "Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değildir!" diyen Emma Goldman, tutsaklığındaki en büyük ironiydi. 

Eğer bensem, o, ama yine yine de gideceksem muhakkak bir sebebi vardı, diye düşündü duvara arkasını dönerek. Çünkü her şeyin bir sebebi yoktu. Eğer sensen, vekilimsen, ama yine yine de kalacaksan gitmenin bir sebebi yoktu... kadının suları donduğu günlerdi bugünler nihayetinde, erkekler kuraklıkta çatlamış ve kum tepeleri olmuştu. Bozulmuştu hücresinin mertliği... Mevzuyu kapattı ve camını açtı... 

Daha'ları asarak lakin'lere selam vermek kaydıyla daha çok sustuğu, daha çok anlatmadığı bir güne daha başladı...

Not: asamadı...

14 Aralık 2015 Pazartesi

İçten Konuşmalar: Sarışın Sigara

- depremli sarsıntıların iç artçıları şeytanın hesap defterinde ortalarda yer alırken, insanoğlunun amigdalasına atılan taşların çakılı olduğu kuyuların karanlığı vakti zamanında kara renginin siyahını belirlemişti. 

+ cesetin soğukluğuyla ölünün samimiyeti cesetin üzerine örtülen gazeteyle ölünün üzerine örtülen çarşaftaki gibi tek farklıydı fakat yine de yedi farka eşti.

- çalkalamalı içeceklerin gazlarının bedeli kadar ucuz olan şu yaşamın saatsiz otobüsleri ne olursa olsun tıklım tıklım yaşayan bedenler kokuyordu. 

+ acelesiz kapıların kulpları soğuk güzellikler tarafından renklendiriliyordu.  

- hikaye anlatıcıları sıralarını mahalle kahvehanesinin tahta sandalyesine oturup o günkü kurbanını beklerken çatı katındaki kız, gece olmayı bilmeyen akşamda bu yazıyı kaleme alıyordu. 

+ başka yerde olmak isteyen ruhuyla bedeni odasını aydınlatan köşe lambası kadar yol alabiliyordu.

- kavgasının mücahiti olan şehirle alıp veremediği savaşı hiç bitmiyordu. avucunun doluluğundaki hapları boğazından aşağı itse çatı katı yerle bir olacaktı. ve hayat "yaşa beni" diye diretmeli pozlarda yanıbaşındaki yastıkta kıvrılmış uzanıyordu.

+ çizgilerin kelimeleri, eğrili büğrülü, düğümlü ve tuzlu suların aktığı çeşmelerde yıkanan yüzlerin sabah mahmurluğu kadar ak pak olup çıkıyordu. 

- tutunulan yarınlar elde kalan bugünlerle barış ilan etmeye niyetlense de huzursuzluğu bekleyen dimağlar dinginliğin bekçiliğini yapmaya alışmış bünye tatsızlığında suni yüksek tansiyon versiyonları aramaktaydı. 


NOT: Pulbiber Mahallesi'nin grapon kağıdıyla çoğaltılmış Zeyna'ları benim Zeytin'ime sinmiş olsa da zaman artık Kara Kitap'taki kadar galibiyetsiz celâllikteydi. "Benol"cu zihniyetler bir tümene sıkışmış subay emekliliğindeydi. 

zaman artık iyi miydi bilinmezdi lakin "mavi yün bir kazak" olduğu kesindi...  

10 Aralık 2015 Perşembe

Aşkın Bir Kıyısında Ağlamak İmkânı: Adamın Göz Buğusu

gözleri dolu dolu olan bir erkek neden korkutur bizi?  ağlayan sevincini, hüznünü, öfkesini, kinini gözyaşlarıyla anlatan kadın günün akan saatleri içinde normal gelirken, daha ağlamadan sadece gözlerini dolduran erkek neden tüm tüyleri diken diken eder? 
o vakitlerde virgüller ünlemleri yırtıyor varın gerisini düşünün... yırtığın derinliğini ölçen aletlerin ibreleri kuzeyi bulamayan pusula gibi şaşırıyor... 

bu manzarayla karşı karşıya kalan kadın nasıl yapsam da alsam her şeyi geriye diye çabalar... kıyım kurbanlık seviyesini çokça geçmiştir çünkü... "dur demem, nasılsa bir gün anlar beni" hisleri "hadi ama sen ağlama da ben her şeyi yutar hallederim" anneliğinin kundaklığında sarmalar o bir çift gözü... yalanlar kadın kalesini terk eder, adalı vapurların düdüklerine konar ve acı acı çanlar çalar... hasretlik başlar parlayan gözlere daha o saniyelerde... duraklarda sanki yıllarca beklemişçesine tozlanan yolcuların bezginliği lanet okur o dakikada gözleri yaşartan rüzgarın tersten esişine... ezberler bozulur umudun küf noktası paslanmaktan vazgeçer... her şey buğulanan o bir çift gözle temizlenir.  korkaklar cesur kesilir, katiller dünyanın en masumları oluverir. ezberde olan Orhan Gencebay şarkıları sadece "dertler benim olsun" seviyesine iner... sürünmez de dipdiri yürür... 

kadın o saniyelerde bir ara sokakta ölür de boşluğa düşer gibi, konuşulmayan odadaki sessizlik gibi buz kesilir. 

en çok da sevgi diri kalır... o adamı anlarsın... gözlerine bakıp tüm dolaşmaları ezberletmek istersin....
bırak buğun terime karışsın da cennet ve cehennem başkalarının umurunda olsun dersin... 

der kadın belki içinden belki de dilinden... 

"anladı mı acaba öylece karşısında oturmadığı mı?" diye haykırmak duyumsamasını duyurmak derdi olur havva kızının... adem oğlu ise daha çok ağlayarak etlerini lime lime eder... ve doğruluğun teğet noktasını çözmeye başlar... 
adem oğlu "yalanlarla bırakma beni" derken kadın "korkma gerçeklerin doğruluğu o gözlerinde yaşlar" der. 

gülüşü güzel adamların olduğu vesselamlı ülkenin başkenti buğulu gözler olmasın diye yakarır allah'a...
ve son söz havva kızına geçer, adem oğlunun tüten kulaklarına: "sen gül, ben anlatayım, sevgi diri kalsın" fısıltısını verir...

30 Kasım 2015 Pazartesi

Yardımcının Hikâyesi

"idi" oldu… yardımcının hikâyesi… dil davasından anlarsın… davayı üstlenen sanık… "dir" senin kalemin… desem yine de anlaşılmayacak... 

dil mantık işidir klişesine çok sığındığım zamanlar benim de olmuştur, o vakitlerde mantığı devre dışı bıraksam da... düşünen adamlara gün geçtikçe saygım daha da çok azalıyor. hepsi reklam afişi gibi başı kesik dolanıyorlar etrafta. 

sonra bileklerimi kesmeden ey ilim diye uluyorum: sen her şeydesin, sen ruhumun kaneviçesi... sen ellerimin aşinalığı, sen bedenimin mihrabı... sen ruhumun bekçisi...

ölmüş insanlığın yalan ilmi kahkaha atarak dönüyor köşebaşından... bu da mı yalan demekten alamıyorum kendimi...

ruhumun artık piyanonun sırayla basılıp ortaya çıkan ezgilerindeki inleme olduğunu diriltiyorum... bir kadın her gün bu denli öldürülemez diyorum, ve yine ölüyorum...

-idi olmak istemiyorum... "dir"liğimi öldürmek istemiyorum... kalbin siyaseti boktan... kapitalist dünyada romantizm gerçeklerle ayakta kalamıyor... romantik gerçekler diye bir cinssizlik türetiyorum sonra dimağımda... ohhh canıma bereket diyerek öc alıyorum tüm realiteden... 

canım?  kezzaplı içkiler içercesine parçalanıyor(um)...  

özenilen fransız kadın ruhuna bela okuyorum bazen... ben ve diğerleri sadece bir kadınız, sınıflandırmaya çalışan her kafanın kuruyup güneşe bırakılmasını istiyorum... dağıtsam şu başsız gövdeleri etrafımdan, gülerek vesselâm diyorum ve yalnızlığa, selamla tek ayak üstünde kırk yalan söylüyorum.

karlı bir gece vakti bir dostu uyandırabilmekli duraklardan falan filan deyip, geçip gidiyorum bu safsatalardan... 

hercailer soluyor, lakin sümbül hâlâ mor, daha vakit varken sıyrılıyorum insanlığın ceseti altında solumaktan... 

inancımı satmıyorum...
satmıyorum inancımı...
inan- satmıyorum -cımı...
sat- inancımı -mıyorum...

velhâsılıkelâm yaşıyorum...

23 Kasım 2015 Pazartesi

Bir Adam Var, Bilirim!

gün bugün olmuyor yine... sonra yağmur başlıyor.... ben karanlık bir güne uyanıyorum... sözcük kırılıyor, ben değil, desem de inanmıyor toprak buna... 

karavaşlar, köleler, adamlar, kadınlar, ve vapurlara hiç binememiş kundaklılar... sizler hiç yokken ben hepten yoktum, diyerek kabulleniyorum hayatımı... bazı şeylere var diyebilsem belki de kalabilirim başka coğrafyalarda... yol bulabilsem anlatmaya, ah olmuyor... görmeden hiç olmuyor... görsem de merhemim yaramı kavramıyor... 

yalnız kalsam, diyor kalbim... sonra ürkerek yalnızlığını fark ediyor... 

düşünüyor...

vişnenin tadını ilk tatdığında ağzında kalan ekşimsi tatlılığın dilini kırmızıya boyasa da aldığı hazzın tarifini büyüme adımları için veremeyeceğini kavrıyor... zira büyümek ekşi değil, mide buran bir acıdır. çıplak ve yalnız olan büyümek hiçbir zaman örgü kazak giymez... ısınmayı ve ısıtmayı bilmez... 

anlıyor... 

ben mi ben vapurlarla değil, ama trenlerle kavgası olan bir kadınım... 

ne zaman kışın soğuğunda ipek gömlek giymenin ızdırabını yaşamaya başladım her dokunuşta hatırlamamaya başlıyorum... büyümenin soğukluğu ise hunili bir geçmişin gelecek hesabından başkası değildir, diyorum yine acımsı dilimle kulağıma... 

karşı karşıya geldiğim adamların ince hesabını tuttuğum sayfalara baktığımda oltama takılan ise özelin can alıcı kıyımı karşıma çıkıyor...

kadına olan acısını nefret boyutuna taşımayarak izini hiç silmek istemeyen adamla oturduğum karşılıklı zamanlar hücum ediyor dimağımın zembereğine... can acısının buğusunu yuvarlak gözlük camlarında izlediğim...  izlemek fiili o zamanlarda keyif verici olmuyor. esvap değiştiren yüreğin acıması gibi biraz, biraz da sevaplı yatakların günaha bulandığı gecede yozlaşması gibi tarifsizleşiyor. seçimlerinin kızıllığından bahsetse de sualinin cevabına vurulduğunu anlıyor o vaktin kuşluğunda... 
sigarayı incecik sarıyor, tütünün hazzını yaşayabilmek, yetenek gerektiriyor, yetenek kazanmış parmakları aşkta tetiğe basılmış zapt altına alınmış kelimeler kadar kuru ve kavruk oluyor... doğunun tüm izlerini taşıyan bu adam, batının izlerini silememiş kadına nihayetinde yeniliyor. bordo gömlek ruhunun rengi değil, bedelinin kanı olup çıkıyor... çünkü adam demir özlü bir olay hikayecisi değil, vakur bir durum hikayecisiydi, bunu kabul etmiyor... durmak... durarak sevmek ilminden geçen yolları köy yollarının çukurluğuna emanet kılınıyor... sevilen şair o vakitlerde "kovulduk ölümün geniş resimlerinden" diye söylense de yaşamak sanatsı bir eylemdir, adam bunu biliyor ve yine de ölümün dakikalarının azlığını yaşama çarptırarak çoğaltma derdine düşüyor. buzlukhaneye kilitlenmiş kadınlar olmasa da o adamın yüreğinde odlara atmak istediği kadına verilen yüzük kadar baki kalıyor aşkın ahlakına inancı.... şunu biliyor çünkü; otların sarardığı yerlerde güneş, kurşunun değdiği tende heves kalıyor. 

ve kalktığımda hatırlamanın masasından yürümeye başlıyorum... biraz adamı, biraz kadını biraz da kendi coğrafyama sardığım kimliğimi düşünüyorum...  ve karar veriyorum zor geliyor bize içimizdeki aynalar... 

sonra.... sonra mı? sonra ne mi? sonra ne mi oluyor? 

bir adam var içimde, derinlerde, şu anımda, günümde, gündüzümde ve gecemde... kısa çöpü çekmeyen can içli bir yemiş tadında... oturuyorum onunla bir odanın köşesinde biraz da ağlayarak diyorum ki:

kırmızı örgürlüğün silicisi belki de... yeşil can vereni kim bilir... benim dansım renklerle... ve kavgam trenlerle... tango ve aslanları her dinleyişimde tınının aşinalığına boyuyorum kulaklarımı.... uzayan saçlarımı şapkalara... damla sakızlı kahveyi her yudumlayışımda tatların harmonisini zikrediyorum... kalb-i zikir evreninde... 

can... canımın içli buruntusu... uyuma artık... kabullenme devri başlıyor yelkovanın akrebi yakaladığı saniyelerde... sen gitmiyor kalıyorsun... ve bir an bile nasıl uzuyor...

25 Ekim 2015 Pazar

Üzgün Zarf

Borges "Bir kadının adı ele vermiyor beni" dememek için, "Üzerinde sahibinin adı yazılı olmayan bir hayat yoktur" demiş bazı düşkünler...

Sarı ışık hayat belirtisinin krem renkli kumaşıdır. Bir bardak sıcak tütsü evin bereketidir. Kutuya atılan bir tekme kadının suratına inen tokattır.

Savaşa önce giden kelimelerle karşılaştım iki kaldırım arasında, gündüzün geceyle kavuşma anında tamı tamına 53 dakika kalmışken hem de... "Durun ey kelimeler, siz beyazsınız, kırmızısınız, turuncusunuz,lacivertsiniz, morsunuz, yeşilsiniz ve birçok şey..." Konuşmadılar... Gözleri dinlese de kulakları duymadı. Aceleleri vardı sanki, yetişmeleri gereken sarı sayfaların çizgileri altlarından cekilecekmişçesine aceleydi saatleri. Tumturaklı keman tellerinin hızlı salınımları minik adımlarının bağcık düğümlerini çözmek istese de onlar, düğümlü yumakları aşmaya hevesli bir avuç piyadeydi sanki.
"Eğer şu an beni terk ederseniz Tanrı'ya dualarım sizinle olmayacak, avuçlarım göğün mavisine bulanacak... Ama ben ancak sizinle sitem edebilirim kitaplara gömülmek isteyen öfkeli adama..."

Bakışlar birini birine bağlayacakken bugün yangın yerine çevirdiler 71. Caddedeki ünlü siyah raflı kitaplığın önünü. Bugün bir kadın geçmişini tam da o anda sildi. Bugün bir adam tam da o anda sevgisini itiraf etti kendisine et, kemik, can olmuş kadına... Operadan kovulmuş simokinli, kadınla adam arasında sesleri bastırmak istercesine olabildiğince yüksek bir sesle icra ediyordu hâlâ eserini...

Ekim odalara çekilmiş, Kasım yağmurlarla gelmişti sokaklara... Kediler 1. katlı balkonların boşluğuna sığınmış kurumayı bekliyorlardı. Bir çocuk hastalığı olan dostluk, mazgallardan kanalizasyon sularına karışmamak için son göçlerle savaşıyordu... Lakin sular arsız ve acımasızdı. Her şeyi gecenin bir yarısında iki koltuklu bir salonda karşılıklı bir antlaşma imzalarcasına bitirebiliyordu imtiyazları ve tanınan tüm hakları... Ve nihayetinde bu skandal siyah borsanın renkli satırlarında ölümlenebiliyordu. Yitirilmiş ne varsa, uzak ve yakın tüm akrabalar da dahil buna, bir bir kırılıyordu yağmur altında.

Camdan ince, canda tül olan damlalar çamurla karalanıp gövdeyle aklanıyordu antlaşma sonunda...

Ve kadın ayrıldığında adamdan: " kardeşimsin, canımsın, özümsün, sözümsün kırıl bana." diye fısıldadı çakan şimşeğe. Hepsi bir yana olanlara şahit harfler - ince kardeşler, önce kardeşler - üzüldü en çok adamın kendini anlatamayışına...

Ve adam da son sözünü yağmura inat bağırdı: " Böyle nereye sana yağmur yağdıkça?"

12 Ekim 2015 Pazartesi

Yeşil hırkalı Sarı Şapkalı Susamlar

Donu düşük çocukların mahallesini hiç görmesem de o şehirde, Kızılay'ın arka sokaklarını gördüm...
Bir yağmur sonrası yırtık bir fotoğrafın zihinde tamamlanan kısmı gibi hayali görüntülerle yürüdü o şehir hep ardımdan... Geçmişin hesap pusulasının toplamında çıkan ise geçmişin katmerli karekökünden başkası olmadı...
Adımlarım deliliğin çınlaması gibi hep boş bakar oldu geçmişe. Geçmişe meftunuz; çünkü orada arayıp da bulamadığımız zaman yitimi vardır...
Geçmiş zamanın kadınlığı, gelip geçen zaman erilliğine hep boyun eğse de koparılmak istenen sigaranın zararlarına sığınamayacağım bu akşam. Dumanlı hava sahası ihtiyacımsa dumanı içime kadar çekmem en doğaüstü hakkım. Zaptım. Kaydım.

Yer değiştiren gölgelerin yansıması rüyalarımda... "Kuyuya bakarsan kuyu da sana bakar" sözlerini şimdi bir peçeteye yazsam da kafamdan silemem...
Erken ölümlerin ardından hep kendi içime dönerken, borçlarıma yetmeyen realitem gölgesiz uçurumum olur...
Olsun demek de zor artık... Buradan bakınca dünyanın dibini görmek, yosunlarını yemekle eş değer midir bilemem! Sokağın güler yüzlü insanları kitaba sığındığım anları kalabalıklaştırmaya çalışsa da sensiz yarım olduğumu bilirim... Satırları okurken dipnotlarda sen olmamalısın! Dönüp bakmam gerek o anlarda dünyaya - aşağılara - ...

Yalnız kaldık... Yolun sonunda olduğumu bilsem de yine savunmasız bir piyade eriyim. Savaşta ilk ölenlerden hani...
Mavi panjurlu pencerelerim olmadı benim hiçbir zaman, ama camlarından şehri izleyebildiğim bir çatı katım oldu... Hayallerim, gerçeklerimin adım öncüsü iken, bedenim ruhumun azabı olmaktan kurtulamadı, kirletilmiş zaman bölünmüşlüğünde... (Beni seversin - değil mi? - beni sevmelisin ki ben unutmam bunu.)
Ezan sesine karışan musiki kirli değil, aktır! Nietzsche ağladığında Tanpınar'ın kahkaha attığı zamanlar olduğu gibi dokunduğum en sıcak ekim akşamı da sen olmuş olabilirsin...

Aradığım bulunmayan - yanlış - arayıp da bulduğum bir kadın varlığında hüküm sürerken kıvrak ruhumun yosunlu dalgaları beyazsız ve köpüksüzdür! 
Kızıl saçları sarılaştırırsan erkenden beyazlaşmış orta yaş belirtisini de taşırsın hırka ceplerinde... 

Asla dün olmayan yarın peşindeki avcı, av olmuşken yokluk ayna akislerindeki varlığa bürünmüştür çoktan... Denizin tuzlu suyunda eriyen nehrin tatlı suları bir çınar altındaki çay bahçesinde demlenebilir..

Benim yeniden okunmuş satırlara alınmam gerek desem, bilirim ki kınarsınız. Kınamak! Kına yakılan parmakların masumluğunun öldürücü darbesindeki sarı şala gizlenmiş kırmızı bir çiçektir... Ve bir kere yaşamak kaçarsa iliklere durdurulamaz heyelan başlamıştır parmaklarda.

Saaatler mi yeter sanırsın, sadece buna aldanırsın!

Şöyle ki pulbiberli kimyon değil, pulbiber ve kimyondur insansılık kimlik!
Ve şu da bir gerçektir ki; yaşanınca tükenir, bilirsiniz!

Şimdilerde gemiler salındı okyanuslara... Ve yüreğim gemilere yük, gemiler okyanuslara...
Ve artık üşüsem de ellerin var! Yüklü eller üşümeli, üşüyen eller yüklenilmeli...

8 Eylül 2015 Salı

Yusufçuk Kanadı

Bu gece yarımım... Konuşulmayan sitemler, konuşmayan dostlar, adem oğlunun yorgun ve keskin iç çekmesinden değil... Senden kahramanım... Kahramanım adam senden bir ses beklerim... Yusufçuk saldın mı gece bulaşmış telli pencereme?

Namlular yoğrulmuş ince çiziklerle... Sen yola koyulursun... Senin duruşun, bakışın yamandır, yiğidim... Nerdeyse gelecek diye beklediklerim her geldiğinde gider oldu daha önceden gelenler... Dedim ya yarımım bu gece ilk aşk... Geldiler bu gece yanıma kurşundan kadınlar... Fısıltıyla gözyaşı akıttılar susuz ibriğime... Bense yoluna daldım ekrandaki kuru gürültüye yaslanmışken kulaklarım...

Bir havva kızı ya da bir adem oğlu seversin gün gelir gidebilir acımadan... Sonra kendi derinliğindeki sen, ben'i ilgilendirmez olabilir... Bağlanmaktan ellerim korkar en çok, ne de olsa dokunuş onlardan bilir titremeyi... Sen ve ben... Sen ve ben ağabeyim aşkım. Biz yusufçuk yadigarları birbirimize... Biz bilmeyiz kaybetmeyi ruhtaki izdüşümlerimizi... Çember biziz, içi de dışı da... Kendimize çevirdik kurşunları hep de ateşi bilemedik... Sevdik...

Var iki atımlık can kederi... Bekleriz sıkılmadan... Yeter ki karşıki dağlar oflamasın... Dağlar taşlar barınağın olsun, örtün değil...

Seni koruması için avuçlarım açılır her vakit senin gönlünün güzellik sahibine... Kanıyor ayın özü, özü ay ışığı adam, her yanımız oluk oluk kanıyor... Üzerimize yapışan bu yaşamak suçu ağır çok ağır bölerek can çekişiyor... Sen nöbetinde yakalasan da uykuda hayat denilen fahişeyi yükünü istediğin gibi alamazsın... Kalır postalında iki kırıntı neden'li soruların çıkmaz şanssızlığı...

Sözüme kanmazken şu sıralar can bildiklerim, ben en çok sana sığınırım... İç geçirmeler yoktur bizde iç yanar biz söz konusu olduğumuzda...

Kucağındaki sevgi, ellerindeki cesaret, sırtındaki güven, gözlerindeki samimiyet, gülüşündeki aşk... Ah ilk aşk... Ah kahramanım adam... Ah yiğidim... Sesin gelsin bir baştan bir başa...

Yamaçların en sarp diki bizim işimiz bilmez misin bendeki sen? Neyin telaşı bu...

Blirim nerdeyse gelecek yusufçuk kanadındaki bizim yüklü hikayemizin devamı...

28 Ağustos 2015 Cuma

Elbetli İsteklerin Yakarışı

içilen çayda daha çocuğum...
saçlarımın ağarmasında daha genç...
ellerimin küçüklüğünde daha kavramalı...

iki kalbi birbirine sürttüm de ateşi buldum...

senin bedeninin kuruyan mandalina ağacında yeşerdiğini an be an görürken beynin kıvrımlarının daha da iç içe geçtiğini bildim... kalp kapakçıkları ameliyat olmuş yaşlı bir adamın bedeninde sesli çınlarken aşk işte bedenimizde öyle çınlamakta...

notlar alınıyor her saniyeden, her dakikadan dokunuşlar, her saatten bakışlar, her günden özlemler...
canım yanmıyor,  artık tatlı tatlı sızlıyor... sızı acıya dair değil de tespih boncuklarının birbirine sürtmesi gibi vasiyetli gibi... yani biraz imanlı, biraz kahve acılığında...

yıkanan bulaşıkta sular konuşur mesela... aklanan bulaşıklar yılların deterjan artığından kurtulur da soğuk suyun serinliğinde ılıklığın geçiciliğinden soyunur...

ayrılık kalın giyinir de sevgilim aşk?
ben sana söyleyeyim:
aşk yeri gelir lacivert, yeri gelir haki, yer gelir kahverengi ve bazen de yeşil gömlek giyinir...
mayın bölgesi tehlike levhasını saklasa da bizden, biz biliriz hangi suyun sakası olduğumuzu... bu da yollarımızı yürümeli yapar... mayınlar bizim ardımızdan patlasa da ruh yek kalır...
insan biriktirdim şunca yıl da hepsi yeri geldi ensemden tutup bir kedi yoksulluğuna teslim edebildi beni... yapma! seni sevmek terle aklanmak, seni sevmek nehirdeki gemi misali, olmazların oluru... diriliğim baki senle...

yücelten hissiyat toprak zemine çakılsa da korur kendini...
seni sevmek biraz; gecenin bir yarısında alınan çeşitli meyvelerin çocuksu isteği bazen de iki tekeri de patlayıp yarı yolda bırakan bisiklet kadar acımasız... ama her dakika şükürlük bir sofra...
 ey adam! şimdi sana bu sesleniş
nadas serinliğinde karşıla beni... hep sevmeli ellerle koru beni...  bulutlara saklanan yıldızlar gibi örtülü olsan da yarımlaştırma beni... sadece sev ki can bulsun bu kadın bedeni... 
ve senden isteğim dinginlik değil devinimdir.. .


ah severken üşümeden sev beni... eksilmeden doldur içimdeki yamaçları... gücüm ol... sesim ol... ruhum ol...

18 Ağustos 2015 Salı

Uzakta Yanan Işıklar

Ne desen inanmaya muktedirken zihnim ruhum iğneli yorgun sesinden dolayı... Bir tahta oturtmuşken seni, kalbim değişmeli yol güzergahları hep seni aramalı... Uzun ışıkları yakmış arkadan hızla gelen otomobil gibi dikkatsiz ve aceleci zaman senden uzakta... Varlığın sol köşemde herkes sağ köşede...
Gömmek nedir bilirim toprağın nemlisinde can verebilen turuncu bir ağacın can direnişini... Direnirim özleme... Ellerimi açar rüzgarın can süzücü yakalarını kucaklarım... Bir gün gelecek ve sonsuzluk bitecek biliyorum, zamanın yenilmez ordusu bizi de ufalayacak... Kayıplarımın toplamı değil, kazançlarımın başlangıcı sensin... Senlik bir ben var ki görmeye değer, yaşamaya can atar bir ruhluk anahtar deliğinde... Anlarsan bilirsin, bilirsen görürsün, görürsen yaşarsın, yaşarsan seversin...
Mızıka tınısı değdi bir bardak suya bu gece...
Fazla anlayış hep budandı insanoğlunun bileklerinde, korkmuyor değilim... Üşüyen sırtım bunu daha ehemmiyetli bir şekilde hatırlatmakta geceleri... Ürkütmeli saatlerin püskürtmeli dakikaları bu vakit... İşte mızıka tekrar yürek burkmakta... Eyvallah diyecek dilim var lakin yüreğim yok...
Elbiseleri budasam karşıma her daim dikilen bencillik dostluk yakasına bulaşmışken bile sevgili sevgilim sende haliyle olacaktır... Yapma... Hayatın aşkına beni yollama... Kollarim kalbimden daha kırılgan... Kapımı çalmadan gir içeri... İlkbahar yeşil, sonbahar turuncu bizim baharimiz laci... Renkler gecikti, resmî geçit töreni kuşluk vaktinde uyuma bekleme desem bilirim ki yorgunsun...

28 Temmuz 2015 Salı

Evlik Masal

Ben hep bu muydum?
Huzurun bekçisi olur muydum?
Meleğin izdüşümü ile uyuyabilecek miydim?
Geçmez dediğim şeyler geçecek miydi?
Masal masallanacak mıydı?
Bir bezle temizlenen mutfak dolaplarıyla sokaklarım temizlenecek miydi?

Evet, ben hep buydum...
Vazgeçmek bizde mümkün değil, evin salonuna dizilen koltukların misafir isteği kadar evcil bir evcilik... Evlik bir masal...

Uyan artık yıllık uykulardan...
Daktilo sesi kadar tuşlu harflerle kazıyorum beklemekle geçmeyen sızıyı...

Dayan gövdem çaresiz değilsin artık... Ben benliğimi aynı adresin aynı köşe başında buldum...

İçe ayna tut ve yürü...
Adımlar tık tık tıııııık... Kalple eş atışlı...

Kahveler kırılan şekerlikle daha bir tatlı... Camlar kırıldı, nazar saklandığı yerde sobelendi... Batıllar kader kısmet diye köşelerinde keyiflendi...

Kalkma vakti, çaylı yumurtalı sofralar vakti... Kahve altı çaycılık bardakların sıcak baharlarında... Sonsuz değil, yazılı... Kaderin kısmet sokağı...

23 Temmuz 2015 Perşembe

Hesapsız Pusula(m)!

Saçlarınla yıkamaktı yüzünü...

Uyku beni saklamıyor diğerleri gibi. Evet, gece ele vermiyor halimi. Annem, babam bilmez beni. Beni kim bilir? Benim halimi sana sindirerek sorsunlar istiyorum.

Çok mu şey istiyorum?

Korkularım var yitip gitmelere karşın... Zor geldim, kolay gitmek istemiyorum.

Güzel adam büyü benimle!

Hayata sarmaş dolaş olacaksak seninle olalım, hemhal halimiz kollarımızın giriftliğinde sorgulansın...
İzin ver küçüleyim, izin ver büyüteyim... Her daim anneliğe mahkûm kılınmış ruhum seninle çocuklaşsın istiyorum çok mu?

Bir yol var mı ölümden kaçabildiğimiz, peki aşktan neden kaçalım?
Kim anlar bizi? - Bırak anlamasınlar. Bizi acımadan kör bıçaklarla budayabiliyorken bir de biz kuşanmayalım çakıları yine dizlerimize karşın...

Söz konusu sensen; ellerim pamuk, omuzlarım sünger, saçlarım şelale... Arınıp akıtıyorum tüm kirleri bedenimden. Ya sen? Güçlü ol, benimle güçlü ol... Sunağın da adağın da kurbanın da ben olayım!

İmkânsızların imkânları da var! Bunu öğren! Saçlarımı diğerlerinin makasllarıyla budama... Beni sevmekliğin, senin sevenin köklerinde tırnaklansın...

İnancımız, taş dimağların asla mutmain olamayan kalplerinin hesap makinasında toplanıp bölünmesin... Vitrinlerdeki indirimler onların hayat etiketine yapışmışsa mahkûm biz olmayalım! 

Her şey imkân dahilinde, harici bellekler dahili numaraların sınırlarında...

Bir farkındalığın farkının toplamının ikiyle çarpılıp dörde bölünmesinden elde edilen beklemekliğin doğurduğu bulmaklığın çocuklarıyız!

Ödünç aldıysak can denilen hayatı, aşk artık boynumuzun borcu... Bırak, yıkasın bambaşka bir şehir bizim tenimizdeki çıplaklığı.

Terin temizleyici olduğunu nasıl öğrendiysem seninle, inancın kuvvetini de öğren benimle...

Yollarımız yürümeli, kaderimiz yaşamalı, biz masumluğun gardiyanlığı...

Hesapsız pusula(m)!
Ses ver olduğum yollara... 

18 Temmuz 2015 Cumartesi

Çalgılı Çengi

Haykırmanın eşiğindeyim bu gece! Gecenin lacivertini inadına aydınlatan sokak lambalarının yürekleri pır pır sevmelerde...

Dönüşlü yolların varlığı asfalt boşluklarına sinse de serin gece sırtımı üşütmekte... Hiçbir şeyin adını ya da tadını sormayasım var!

Yorgunuz nihayetinde, azıcık soluklanalım tenin terinde... Sonra beni bitir istersen!?

Karşımda ışıklı şehir ve inadına kararan balkon... Kulağımda "hoşgeldin"in rahvan adımları...

Kutu açıldıysa her şey söylenecekti elbet... Ben hallettim hesapları sen de bitir!

Bu gece ellerim derilerini dökmekte, yüzüklerimin altı nemli, gerisi kuru...

Çok zaman, az zamanın dilimliğinde kıyas götürmezken kiraz sapı akarsu giderinde yıkanmakta...

Ati mazinin imzasını karalarken noterler yürürlükte değil!

Naz niyaz kaidelerin yasaları sökük kazak tadında iken gömleğin laciverti pembeli anne kucağında parlamakta! İşte güzel, orada güzel; masum, orada masum...

Genişleyen çağın büzülen ellerinde dirilik kazanmışken varış çizgisi köprülerini kurmakta!

Dokuz sekizliği hüzne fon yaptığında ironinin ağababasını yaşarsan, şefkatin melodisini hicazda bulabilirsin!

Efkârın dumanı ocağımızın bilekleri... Sakın dokunma!

Darılmasın hiç kimse, sustum ben artık en çok içime... İçimde çalan kürdilihicazkâr ise susmasın inadına!

Gece, bu gece, fenaca oynak! Bariyerler, engelsiz yol istemekte... Yani her şey aksinin akışında...

Kavuşmanın ilmi dönüş yolunun ellerinde. Ah'lı yollar, vah'lı dizlerin kurbanı!

Hiçkimse hiçkimsede kalmazken sensizlik haramlı lokmalarda!

Sen bu çölün vahasının sakasısın! Tütecek ocak bizim avuçlarımızda. Öpüşlerimizin renginde âlem-i mahlukât!

Şeref tam da zihnimizde...
Bilincimizin altı temizlikte...
Kalp ameliyatta...
Tamponlar dikişte...
Ve sen benim topraklarımda!

Nadas yokluğun bahçesinde, varlık dizlerimizin bağlarında!

Gönlümü doldur ve iğne ucu kadar bile boşluk bırakma. Susuşum ol, sustur! Yaşamım ol, öldür!

Ve dirimim ol, çoğalt!
Doğumum ol, yaşa!
Benim ol, seni de doğurayım çocuklarını da... Kadın olayım, anne doğayım!!!

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Aramaklı "Bulma"ca

Bekledim zamanın kıyımını içerek cam bir bardaktan. Görünmesini istemem, haklı bir sebebe sığınmanın yolları kesiştirme çabasından başka bir şey değildi.

"Bitiş çizgisi var mıdır?" diye sordukça bittim. Şimdi seninle bitmenin hazzı var oluşun kurnasında.

Ah, hoşgeldin sevdiğim. Çok zaman oldu beklediğim.

Önüm, arkam, başlangıcım, sonum senin ellerinin başladığı yerde.

Sıfatlar, isimleri nitelemiyor artık. Ruhumun tamlayanları olan sıfatlar, isim ve fiil kisvesinde olsa da eylem eylemliğinden isimleşiyor!

Yani teslimiyetimi yaşıyorum!

Şimdi bir yol bulup bizi doğursun hayat. Sen ve ben'den çıkan biz'i çaydanlık sıcaklığı buharıyla pişirsin.

Mutluluğun satırları vardır. İddiamdan vurgun bir kadın olarak iddiam budur!

Kalbim sözlü, parmaklarım çiftli, kollarım gül yumuşaklığında...

Makası biledikçe pamuklara sarılası bir adam var! Uykuların tik taklarında omuz veren yâr mevcut! Hepsi heybemde, ben yolların bulmaklık şeridinden beklemekliği sollayan turuncu vosvos...
Kulaklarımda güzü yollayan, baharı karşılayan tınılar...

Sende ne varsa sûreti aşk!

Ömürgeçmez sevdalar taş plaklarda... Kucağım şenlikli, dileklerim ırmak sularında...
Hasır bir ipin ucunda sallanan beklemeklik ve bulmalık sevda!

Turnaların nereye uçtukları, bu da geçerli sevdaları, eksikli davaları, dönen gökyüzünü, silinen yıldızları, gecenin lacivertini, güneşin turuncusunu, kağıtların şiirlerini, şiirlerin hazzını, siyahın aydınlığını, tamlığın tabiatını içiyorum artık sevda sırmalı bir tastan. Görünmesi önemli olan değil, hissedilmesi yaşanılası!

Ah, uçtu kelebekler, karın boşlukları havalandı, dudaklar uyuştu ve umut, işçi tulumundan sıyrılıp rüzgâr uçuran eteklerin altına girdi. 

Şimdi her şey istediğini yapabilir! Çünkü bu bir aramak ve bulmak meselesidir! 
Mesel meselendiyse, her şey özgürlüğe sığınmalı!

Aşklamalı bir selâmatle, "hoşgelişler"e selâm olsun! 

26 Haziran 2015 Cuma

Sokağın L Çıkmazı

"... Ama işte söz konusu sen olunca yaşamak diğer tarafa düşüyor." derken sonlanamayan 'z' tınısı en keskin tını olarak yakıyor gerdanımı...

Saat 1:35'ken ve ben sokakları bir paket sigara için arşınlarken sanki yollarını bulmam için on adımda bir karafatmaları saçmışsın gibi hissettim. Karıncalar rehberlikten istifasını vereliden beri karafatmalar olmuş sokakların fahişeleri...

Yol boyunca kendime sorduğum yek soru "bağırsam kaç kişi duyar?" oldu. İçimin söylediğini içim dışında kim tellendirir?

Sonra can yakan bir tınıyla senin kanser sonucu ölümünü canlandırdım zihnimin hastane odasında. Saçlarını döktüm yine aynı hayalde yastık kılıflarına...

Yine bu akşam bir adamın gitarın tellerinde tınlattığı Diyarbakır ellerinden o güzelim türkü çınlaytı kulaklarımı. Sonra türkü boyunca sokağın bittiği, sola dönen tarafını taradığımı anımsadım. Yani L çıkmazına bağlamıştım dimağımı. Şah'ın taşıyıcısı at, L çizerek ilerlemeye mahkûmken damgalı bir tahta parçasında, bense L çizerek gelebilirdim senin hanene. Yani sokak L ile kesişmiş, L ile ayrılmıştı.

Ve şair özetledi vaziyeti:
"Kül elim, ıssız elim, kör elim
giden gitti biz nereye gidelim?"

Haykırsam da duyuramadım bağrımın dumanını...

O bağırtının orta yerinde ellerime kayan gözlerimi üşüyen sırtım bile kurtaramazken ne mânâlar yüklediğimi fark ettim. Sonra gözlerin kaderi olan ellerin bin yaşaması gerektiği fikrimi alkışladım, meyvesi yaban kestanesi olan ağacın gecelik gölgesinde...

Tam o esnada sarhoşun biri ünledi: "Söz namustur, köpek köpektir." gecenin önermesini de yuttuktan sonra, kalktım çöktüğüm basamaktan...

Yine kaybeden biz olmuşken yazının karalığına, şiirin siyahlığına battım. Çocuk gülümsemesi olan ilkbaharın geçtiğini, orta yaş tesellisi olan yazın esintisini hissede hissede minik bacaklarımı uzattığım minderli taburemle balkonuma tırmandım, martıların konukluğunda günü sonlatıp geceye yaktım ışıklarımı...

Şimdi dizlerimde bin yıllık bir kaçak ağrısı, çayı serin bir köyün yamacındaki kovukta ruhum...

Şairler bilmez; lâkin yaşayabilenler bilir: ruh mirastır, kader ödünç...

22 Haziran 2015 Pazartesi

İddianâmeli Vasiyet

Kalbe damıtılmak yazgıysa, yazgıları sökmek insanlıktır...
Dikişli bir yorgan yüzü olan delilik, düğme iliklerine sinmiş bir hayat kırıntısı ise, akıllı olmak küçüklükteki gofret kokan bakkal raflarındadır...

Aşkın aşklama, balığın balıklama, suyun yağdanlık olduğu şu devirde kedilerin artık bir bardak su avcılığında olması yâdlara normal ötesi gelmemeli...

Güzelim harflerin renkleri ego dişlisinde öğütülürken içilen çaylar boğazda yağlı urgan kayganlığında yudumlanır... Bir çaydanlık çay ile yazılan şiirler, iki çarpı 365 günlük bir hesapta kalmıştır. Bundan ne adam utanır ne de kadın artık tonlar...
Yaşar, yaşar da tecrübe hamuruna cıvıklığı önlemek için biraz daha sabır ekleriz...

Hayaller, düşlerin gecesinde yolunu kaybetmişken, gerçekler hayallerle perdelenir... Dört kollu ego, dik bir dağın pes yamacında kaderini beklerken mağrur bakışlarını merakla aşağı diker...

"Beni siz delirttiniz" kelâmı, ruhtaki eksik çiviye çakılan çekiç darbesinden başka bir şey değildir, gözler zaten körebe karanlığında...

Dillere düşsek rezillik ayyuka çıksa, çamur daha kolay kuruyup elden koldan yağmurla belki de akıp gidecek. Lâkin sanki susmaya yemin tutmuş diller, inatla kilit üstüne kilit takmakta, yedi kapılı zindanlar içinde zehri çoğaltmakta...

Her yazın başlangıcı bana hep ağır gelir, kışlık birikimlerimi soyunup okşayışım ve japongülü kıvamına getirip solmaya bırakışım sanki talihimdir ve bu talih ne kör ne de karadır. Sadece fazlaca sabırlı ve üşümelidir... Her yaz başladığında yavaş yavaş ağırların çektiği sahnelerim fetret devrindedir. Ve ben her yaz bitişi bir kez daha sana dönme temayülü içinde olsam da artık şeytanın bacağını un ufak ettiğimden bu da mümkünlük sınırlarında değildir...

Ülkemdeki masalcılara ve falcılara azadlık bir hak tanıdığımdan beri gelecek günler artık benim için de ütopik bir gerçek kisvesindedir...

Bugün hudutlar yağmurlu, yarın bilmem ki güneşli, öbür gün belki karlı; ama elbet yıldızlı...

Evet, ben, yaşıyorum. Dilimi hadım etseniz de kalemim diri...

Evet, ben, yaşıyorum; kaldırım taşı misali değil, güneş taşıyan bulutlar temsili...

Çatılar, ince sağnaklı ıslansa da gök kuru, yeryüzü sakin ve kalemim tütmeli...

Nasıl içindekini kaynata kaynata dünya katılaştıysa ben de tüte tüte var oluşumu kutsayacak ve ruhuma şükürlük secdeler bulacağım...

Nihayetinde pazara çıkmış iplikler sökülecek ve beni unutmaya çalışan dimağlar unutulacaktır!

Size vaziyetim: Beni unutmalı bir vazoya ekmeyin, toprağım beslemeli, dallarım sarmaşık sıcaklığındadır... Kaybınız acı, unutkanlığınız yavan kalacaktır...

18 Haziran 2015 Perşembe

Duvarın Cezbettiği Kadındaki Gül Adam

Gecenin duvarında oturduğumuzda omzunda buldum kendilikli huzurumu... Canımı içi, küçüğüm, miniğim, geç kalmışlığım, erkenliğim, gülcemâlim... Bu gece satırlarım sana oynuyor, kalemimin kara kurşunu bu gece seni aklıyor...

"Turuncu kafam" diyen dimağın aydınlığımın karalığını nasıl da göklüyor, kökleştiriyor, yayan kılıyor yeniden...

Yollarımız kardeşlikte kesişiyor... Sıcaklığımız şefkatte birleşiyor...

Tırnak diplerim yanıyor, saçlarım okşanmamaktan kopuyor, rengim korkaklıktan soluyor... Kokuları kaybetmekten ötürü titriyorum... Zamanın işleyişinden münezzeh iklimlerden canım istifasını veriyor...

Giden günler geri gelmiyor, gelecek olanlara da git gide merakım yitiyor... Bana değen adamları kaynatsam aklanamıyor... Ve sen inatla kadınlığımdan dem vuruyorsun... 

Gülcemâl, kabul edelim bu gecenin kelâmı "bir adam senin sözlerine değmeli, aksi büyük kayıplara sebep olabilir"di...

Sözlerimle nasıl da sırtlanır, nasıl da acılanır, nasıl da nefeslenirsin... Sözlerinle nasıl da öğrenmenin sınırsızlığını, yaşıtsızlığını, maneviliğini lezzetlerim...

Çökmüşken dizlerimin üzerine, ellerim batmışken yağmur sularına, sırtımı değere buladın... Yağmur delicesine yağarken uzun, ince ellerini yüzüme siper edişini; yağmurda ıslanışımı kapı eşiğinde izlerken saçlarımı kurulamak için heyecanını gözlerinden önce omuzlarında gördüm...

Ben o vakit dirildim...
Ben o vakit çığlığı bıraktım...
Ben o vakit şükre sığındım...
Ben o vakit en çok ağladım...

İçimde oluşan kördüğümümü çözmek isterken parmakların kanadı... Beni sağaltmaya çalışan dillerin kokulandı...

Taşıdığın fikirlerin üzerine uzuvlarını yüklendin ve ağırlaştın... Hafifleme! Gonca gülünü zamana kıydırma; mendilini cebinin kırışıklığında sakla da gözyaşlarına kıydırma...

Sakalın kisvesine bürünen gömlekli adam, hoyratlığın biçtiği şu dar vakitli çağda dillerimiz anne sütü şefkatinde...

Her şey çok eksik... Kılı kırk yardım, buldum buluşturdum da tamlamaya çalıştım... Seni buldum 'İsmet Özel'li bir kulaklıkta, buruşuk bir sınav kağıdında... Ve içimi açtım sana, içini açasın diye bana... Eski bir avlu tadında kurdum bağımı, sıcak su kaynarlığında büyüttüm küçüklüğünü...

Derinden yüzeye çıkan a ile z arasındaki buhurdanlıkta kal, hep kal, kalmalı sevgilerle gel!

İddiamız kazılı bir yazgıda yaşamaksa; vurgunumuz kaybımız değil, sevgimiz olsun gülümün cemâli, cemâlimin gül ışığı, canımın ta içi...

Ko getir sırtına yüklediğin tüm anılarını, acılarını; ben, onları öpüp başıma koyar, hayrını da bağrımda taşırım...

Gidip çıkanın, girmesini bilmeyenlerin olduğu kapılarımızın tokmakları biz söz konusu olduğunda hep sorgusuzluğun cevabında çalsın... Bayram şenliğinde tınlasın...

Ve caniçim;
N'olur uyuma, n'olur bu gece uyuma! Oturup bekleyeceğiz, belki de bu gece kalmayız hatıralar altında, verilen armağanların hasarlı pelerinlerinde...

Uyuma!
İnce yürekli, su yüzlü karnımın eşi...

16 Haziran 2015 Salı

Beyaz Elbiseli Manifesto

Hisler, kanım, hisler altıncı ayın altısı gibi bazen hiç sekmez. Suyun üzerinde seken taş, taşlığından; su suluğundan bir şey kaybetmediği gibi hisler de hisliğinden bir şey kaybetmez zaman makinası içinde.

Unutmamak nihayi. En görünür yerinden katladım seni çizgili olmasa da sarı sayfalara kitledim talihini...Aklım kitlense de mumumun fitili erimedi. Sormadan ilerlersek cevapların kaderi kederimizin sancısını dindirir...

Mefhumlar iki ihtimalli olsa da fincanımız bir olunca telvemiz temiz ve şekilli...

Birlik, dirsek çürütmece yazgılı...

Kilidin elimde desem sana? Şaşırma, sen verdin kitap sayfalarında...
Ve ben aldım yine senden anahtarımı taktığım parmaklarından... 

Velhâsılıkelâm ben çok değiştim bu dört koca kayıplı senede annem... "Sen iyiysen, ben de iyiyim" dediğinde gönlümün bam teli inceldi bu akşamüstü... Ahh, benim uçurum çiçekli, kısa saçlı, kalem yüzlü annem... Aslında en çok sana sığınmam var, senin de benden çok yargıların..

Gökteki yıldızın şirazesi kaymış, dileği sabitmiş meğer...

Yanaklarım okşandıkça yanaklığımdan, saçlarım peruklaştıkça düzlüğünden geçer oldum da kıyımı hep ruhumun merdiven altlarına gizledim...

O'ndan sonra fark etmeden kıvırcıklar biriktirmeye başladım... Sarıların Hakan'ı, karaların Betül'ü... Biri sözlerime değdi, diğeri telveme... Beyaz fincana konan parmaktaki kara telve yine yolları bir kıldı...

Nihayetinde sesim yetişmiyor, bakışlarım karşılanmıyor, ellerimin nemi silinmiyor...

Ben bekliyorum da gelen giden kalmıyor ceplerimde...
Dualarım dualanmıyor, tırnaklarım kırıklanıyor, saçlarım uzamıyor... 

Ve gözlerim en çok yuvalarında küçülüyor...

Ve soruyorum: Nereye uçar turnalar?

Başımda göğün yakıcı ateşi, ayaklarımda toprağın teskinliği...

Ve ben bulutlarımı topladım, rüzgârı sırtladım, şimdi mataralı bir ezgide secde etmekteyim...   

12 Haziran 2015 Cuma

Kırık Küpün Kırgınlığı

Yazmasaydım tüm bunları unutabilirdim. En çok da seni... Düşünüyorum, kaldırım taşına oturup ayakkabı vurmuş iki parmağımı yaranın bandıyla sağaltırken...

Hâlbuki daha önceden yapıştırmalıydım bantları parmaklarıma. Bile bile lades demektir bunun diğer adı. İlk adı ise istekli can yanması idi.

Armağan olamayış, ellerimden bileklerime vuran bir ağrıyken hasarlı ruhum onarıma gönlünü razı kıydırmamış.

Sular yılların bu vakitlerinde soğuk içilse de ılıklığa ihtiyacım var. Teskin, teselli ruhu hadımlaştırma çalışmasıdır! Ve evet, belediye tarafından yürütülen alt yapı çalışmalarından farksızdır...

Boktan bir sabah, pis bir sıcaklı öğlen ve henüz belirli olmayan akşam... Vakitler, bugün akrep ve yelkovan gözetiminde değil, bir kuşun gagasında. Bir tilki gelse vakitler peynir eriyikliğinde kanacak ve rakamları terk edecek.

Benim gözlerim yaftalı... Yakalarım deterjanlı, parmağım kahve yanığı... Acılardan acı beğen dersem fazla dramatize edilir ve yakılmış karamele de benzemez tadı...

Hakan Abi'yle tanışmalısın bir gün 3K - açılımı: Kahve- Kitap - Kardeşlik - burayı da anlatacağım sana, önce Hakan Abi. Sokakta tahta masada otururken gelir, çöpleri toplar masada otururken gelir, çöpleri toplar ve iki sigara alır bizden.... Hep ikidir; ama üç değil... Çünkü bilirsin ki iki sağaltıcı bir sayıdır. Sigarasını alır "Saol Abicim" der ve sokağın arnavut kaldırımlarında kaybolur. Çizgili gömleği hep aynı eskimişlikte bir köşe başından çıkana kadar iki sigarayı tellendirir.

Hakan Abi, Güzel Banu'yu kaybetmiş bir adam yalnızlığıdır... Onu beklemeyen Banu ev kadınlığının sıradanlığındadır...
Ağrılarına basılmış köşe başları yangında hep en güçlüsü kalmış yerleridir sanki...

İşte şimdi uzun bir ahhhhh zamanı...

Çökük omuzlu adam, elinde fermanını taşıdığı torbayı taşıyamazken: "ah be ağrıların doğurduğu, körlüğün bekçisi... Sen bu hâllere vurulacak adam mıydın?" dedim camın önünde sigara çekerken içime...

Alınan gömlek lacivertindeki ah'lar, senin beyaz gömleğinin kırışıklığına saklanamayacak kadar çok da işte bordo tırnaklarım hep güçlü ve imanlı...

3K'nin sultanı sardunya tadındaki Ayşe, mavilere bürünmüşken bugün sokağın kedisi Nemide doğurmuş. Yavruları bir muallakta ben peşinde müptelalı...
Geceleri bu dükkânda temizlik yapılırken dinlenen Ahmet Kaya, tınlarken kulaklarda, sokak, o vakitlerde en çok bizimdir...

Biz kimiz?

Vurgun yemiş kuduruklarız. Denizin kudurukluğunu, göğün mayasını, çiçeğin tohumunu, masanın sallanan bacağını, okunan sayfaların kitaplığını, saklanan defterleri, soğuk içilebilecek çayı, sade kahveyi soluklandıran kuduruklar...
Aşımız yok, bulaşıcılığımız bakî...

"Ellerimi yüzüklerimle ödüllendiriyorum, gönlümden sonra en çok ellerim çekti." diyen mineli çiçek Ayşe Sultan, aynı zamanda mutfağın da kadınıdır. Ben unuttum o yolları... En son gözleme sıcaklığında olan tezgâhımı terk ettiğimde balkonlara taşınmış ellerim mütemadiyen yazdı ve sigara içti. Ama ellerim hâlâ lezzetli... Kabul etmek istemesem de annemin kadını, babamın kızıyım ne de olsa...

Ben güzeldim adam, zamanında...
Yaşım 27 güzelliğim beklemeli...

Zamanında kaygılarımla taşırken bedenimi kayboluşları yaşadığımda soyundum, endişelerimi... Yaz uzun, sen gelmeli... Buna inanıyor ve düşüncelerimi dindiriyorum yaz ortasından sonuna..

Ağlamak yok, gülmek eh işte... Ben en çok kendime ağlar, sizlere gülerim...

Lakin bugün yemedim yemeğimi. Bolca güldüm en son sardunya Ayşe Hanım isimli otobüs durağında soluklandım. Üstüne üstlük sigarayı da izmaritine kadar içip yarımca bırakmadım.

Erkek kardeşimden gecenin sonunda paparamı yesem de ince sızılı bir baş ağrısıyla evime döndüm.

Durakta adına mani dizdim. Adımı adınla redifledim, uyakları kinayeye kıydırmadım.

Arabeskî denilen bu yazım senin gibi nispet î'siyle sonlandı.

Orhan Baba'yı dinleyecek bağlamayı sonlattım, gitarı Erkin Baba'yla başlattım.
Coşkulardan coşku beğendim.

Ne sokağın sonundaki polis parkını ne de yemek yediğim sokağı düşledim. Sadece bendeki babayı sıraladım içimde, sonra annemin kulaklarını çınlattım...

Ve gecenin tam yarısında tahta masadan kalktım, vurdum  nehirlik kıyılara... Hani gel desem sana...   

9 Haziran 2015 Salı

Aritmetik Sevda: Mor Dosya

Ferdi Dipnot: Sokak hayvanlarını hiç izledin mi, bir kenara çekilip? - Mesela karşıdan karşıya geçerlerken yolun tam yarısında karşılaştıkları en ufak zorlukta gitmek istedikleri yere değil de gerisin geriye dönerler. Sokakta yaşamalarına rağmen o an, o yaradılışla kurtlar sofrasını boğazlarından takılmadan geçmesini beklersin; ama onlar,  bunları göze al(a)maz! Yani haddinden fazla korku, bazen ürpertir ve seyir keyfini kaçırır. 

İşte o manzarayla ne zaman karşılaşsam gizlendiğim yerden kalkar, gerçeğe dönerim... 

Şöyle ki bir kadın için aşka inanmak o kadar da zor değildir, en azından bir erkeğinkinden farklıdır. Kadın bir adamın bir bakışına, bir gülüşüne, kokusuna aşık olabilir. Büyük büyük eylemsizliğe gerek yoktur, kadın evreninde aşk gerçekliğine... Mesela sen boruyu tamir ederken ellerinin yeteneği, ellerinin ateşe boyun eğdirişi, benim secdem oldu. İşte tam o an yüreğimin derinlerine oturan kaya kıpırdadı ve kazdığım hendeğe yuvarlandı. Oluşan boşluk, pantolon taşıyışındaki yetenekle küllerini sildi.

Sınırlarını çizdiğin 15 kiloluk kedi kollarıma ağır gelirken, senin yıllanan adamlığın kadınlığımın duvarlarında takılı kalmadı, ellerimdeki pamuğu sütlere batırdı ve daha da yumuşattı. Ve o an kımıldamayan dudaklar, gözlerin buğusunda en içten sesle yakardı: "Adamım, Mor'um; sen yeter ki sevilmesini bil!"

Sonnot: Sevgi, hak ve hukuk muhasebesi değildir, muhalefetin sınırlarında kuru inadın sınırlarında değil, bir yatak sıcaklığındadır...

Feyz almama gerek yok, benim kadınlık davamda feyz zaten tenimde, dimağımda, toprağımda, rengimde...

Senin bakışlarındaki sıcaklığı taşıyamayan bedenin beni ürperttikçe benim yavaş yavaş adımlayasım geliyor yalnızlığıma...

Gecenin en köründe sevişebilecek olan bu kadın, sessizce konuşarak gitmeyi de yaşamıştır. Çabuk ağlatabilirsin kadını; ama uzun uzun güldürmen çok daha kolaydır...

Öptüğünde iç organlarının sallandığını - bağlarının tek tek kopuşunu - hisseden kadın unutmayı da reddeder...

Adam, seni bekleyen kedim değil, benim...

Adam, ben taktik - teknik kadını değil, ben bir sevişme tadındaki hayatım... Ekmek nimetliğinde sunak yapmış aşkı çiğneme değil, tadını alma derdinde olan bir kadınım...

Aşık olduğu adamın ismini çocuğuna taşıyan anne kutsallığında aşkı kaynatan, suskun bir kadınım...

Sen hiç aşık oldun mu? Ben bir kere oldum, dirildim... Sonunda darağacına taşınsam da nefesimi vermedim... Korkmadım, ben tekrirli hislerden... İddiam; sevgi gücü oldu ve siz (adamlı biblolar) hep iddiamdan vursanız da ben, caymaları değil, umutları derledim prangalarıma...

Kirpiklerim ıslandıkça, tırnaklarım güçleniyor... Geceleri terk ettiğim küpelerim nemini sabaha kaybetmiyor. Zaman bölücü değil, tınlamalıdır kâküllerimde...

İç yakan sesim, içte yankılandıkça gülüşüm kristal kırıklığında ufalanıyor...

Parçalama...
Bocalama...

Artık, nefeslenme zamanıdır...

Aradan geçen sağaltıcı zaman sonra, basit bir seslenme ile bütüncüllük kaldığı yerden devam edebilir...

Artık dava dosyası senin rafında. Dava adamı olduğunu göster bana, inanmaklığı yaşatayım sana...    

Ünlüyorum: Rüzgâr kurumadan gel!

Gel, edimli bir fiilin gövdesidir. "Etmek"lik, "Eylemek"lik olsun ayalarda... Kollarda kalan yükler, omuza yükselsin, saçlarımız aklansın...

Arzum: Aritmetik sevda ortalaması, tekli hayatın paydasında ufalanmasın...

Selametle...

6 Haziran 2015 Cumartesi

Mor Ortanca Tadındaki Günlerin Kısa Yazılmış Mektubu

Başım tavana dönük, yatarken pencerenin çatlak pervazı gürültüyle köprüleşti... Tanrı'nın plânı olmalı diyerek adımlayınca köprüyü, karşıma mavi bir kelebek çıktı... Benim yaklaşık iki katımdan küçüktü... Uçmadı, karşıladı...

Oy pusulasında kutulara verilecek yanıtlar belliyken senin her günün ayrı bir yorgunluğun faturasında dürüldü... İşte o an siyah poşet torba bir anda çıkan rüzgârla yaralı binanın uçmuş çatısına kondu... Baharla açılan pencerelerden gelen sesler, Anzer Yaylası'ndaki kadın türkülerinin tutkulu dualara dönüşmesi gibiydi... Beni değil, kaldırımları tercih etmiştin o gün... Kırılmadım ellerine, bakışlarından gizledim turunculuğu...

Mor, yazmanın saygılı oyalarından başka bir çiçek açma şekli değildir...

Mor sevendir oysa... Saçlarım kısa olsa da sevilmeyi en çok hisseden Turunculardanım ben de...  

Araya alınan reklam kuşakları bile uzadıkça uzuyor da caddenin kaldırım taşları saymakla bitmiyordu... Göğü değil, ama ellerinin kanını alan beyaz havluyu yırtabilirim... Burnunun ucunda her daim ölüm, doğum beş dakika aşağıda... 

Nasıllığını geç, inanmaklığa gel...

"Senin bileceğin şey" gibilerinden cümleler ne zaman sarf edilse sokak köpekleri kedileriyle dans etmekteydi... Bunlar hep ahkâmın bileklere bıraktığı çizikler... ince ve uzun değil, en vahşi kelimelerden mevcudiyetini bileyenlerden... 

Lady D'arbanville değilim ki sana şarkı söyletebileyim... Lakin şiirler yazılmadı değil adıma... Sessizliğin kıvancıyla taşımasını bildim her bir satırı... Teşekkürü bakışlarımla değil, omuzlarımın ağırlaşmasıyla ödedim...

Faturası hep yüklü olanlardan oldum da sesim hep kısılageldi...

Veda etmesini beceremem pek, gitsem de acır canım kalsam da... En çok beklemeyi beceririm de yufkalığımı gizleyemem... Babaannemin hamur açan elleri çocukluğumun ibadeti olmuşken şimdi kararan ellerin hesabını tıkanan boğazda günahlamaktayım...

İki gün önce Mor bir ortanca almak istedim odana, belki morluğunu hissederdin artık kasıklarına değin...

Neyse bu gece senden bahsetme niyetim olmasa da kelimelerim dolandı birazcık olsa da kıyından... 

Kırgınlığım var bu gece içimde, tanımlanamayan cinsinden hastalığın... İçimde yer alan olumlu yanlarımı virüsleme çabalarında... Safları sağlamlaştırsam da dik duramayan boynum alışmamış olumlamaya... Zorlanmakta haliyle ayaklarım....

Sigara değiştirsem de bu akşamlığına aklım hep eski paketimde kaldı... Aldım yeni paketteki 20'lik yuvarlakları doldurdum eski pakete... Zaman değdirdim böylece her birine... Sonra daha bir derinden nefesledim içebildiklerimi... Henüz yarısına geldim, sabaha biter mi hepsi bilinmez... İzmarite kadar yolları var nasıl olsa... 

Demem o ki "nasıl olursa" olmasın artık; istersek oladursun... Olagelsin... Olayazsın... Olsun bitsin...  


2 Haziran 2015 Salı

Vurgu Kelâmın Harfliği...

Kaç kere şaşırabilirsin adımı sayıklarken... Kör koza kul olmuş bu kadının razılığını kıymaya geldiysen paşam, olmaz, elinden gelmez bu anarşistlik... Davan muhalefet olmaksa devlete, kadınla başlamamalısın karşılığa... Kayıp en başta olur, yenilir; yenilginin zafer tâkını takar da boynuna dolaşırsın... Acırlar... Yanarım...

Vişneyi kiraz diye diretmen, erik ağacını bilmemem bize aykırılık kazandırır, kayıp değil...

Anlaşırız biz seninle sen yeter ki kabullen kadınlığımı... Sevdaya bulaşmamış ellerin o kadar belli ki saç diplerinde... İnatçılığın bir keçi sakalının kıvrımlarındaki kadar uçucu toslamalarda...

Yemezler, Esmerim...

Yorgunum aslında, aşkın kanunu duman etmişken, bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin... sol yanım tunç çağının son demlerinde...

Yangın var bu avuçlarda... Çakmakların gazı bitik, kibritler her daim piyade...

Bu akşam ellerim küçük bir bebeğe dokundu, avuçlarım o an şefkatle, sevgiyle, annelikle doldu... Rengi daha keskinleşmemiş kristal bakışları bakarken doldu göğsüm sütle... Rahmim anne sıcaklığında, hatırladım bin kez kadınlığın kisvesinde emanetimdeki cevheri...

Adam, ben kadınım, ben anneyim, ben sevenim, ben sevilmek istenenim, ben hayatın ah'ladığı anım... Zamanın zembereği, hayallerin bekçisi, suyun kaynatıcısıyım... Hastalığındaki bir tas çorbayım...

Anlayacak göz yok sende, dimağın saf, anlayışın katmersiz ve inatlı bir sır...

Hayırlısını dilemek dillerin alışkanlığı, dünyanın başıbozukluğu ezelden ebed eksiliği... Malumat zihine çakılmış kazık... Nereye kadar o'nun bu'suyla şu'nun diğeriyle yetinmeklik...

Kıyamet istemekle kopmuyor, bu daha önce çok istendi... Fırtınalar dindiyse dinginliğin intiharı bu elleri kirli kılmasın... Kara atını bağla kütüphane yollarına da kitap sıcaklığında yaşansın aşk...

Sana mı söylüyorum bunca şeyi, üstüne alınabilirsin ya da erik ağacında bekleyebilirsin beklemekliğin gecikmişliğini...

İddiam: Erik ağacı olmasa da vişne olduğu kat'i...





29 Mayıs 2015 Cuma

Aracı İki... Mesafesiz Sıfır

Yokuş yukarı iken ben, yokuş aşağı inmem gerektiğini söyledin. Ben fazla çevreye maruzdum kanım, duyamadı kulaklarım bakışlarını. Gözlerim, beyaz gömleğinde patlayan kara sakallardaydı halbuki...

Alnının genişliği bilgeliğinin habercisi sanki... Bu akşam sokaktaki tahta masada dost meclisini kurmuş otururken bir rakı eksikti bir de sen... Tanış etmek istedim seni oradakilere... Gece boyu Birhan dedik, İsmet dedik, Didem dedik, Cemal, Edip, Turgut, Cahit, Erdem ve Bejan dedik de ruhumu tellendiren 21. yüzyıl divan şairi hasarlı Esmer demedik bir...

Bu kelamlar aklımda çınladığında rakam olan bir çıktı kendinden sıfır her şeyiyle anlamlaştı...

Ve diyemedikçe bir sigara nefeslendim, her nefesle birlikte en az iki kere yutkundum...

İki aramızdaki sağaltıcı sayı... Ben dünyaya iki zaman önce geldim diye şimdi senden daha çok görmüş ve elemiş mi oluyorum? Rakamlar ne ara önemli oldu eklemlerde yer alan sıvı miktarı söz konusu olmadıkça..

Rakam 20 yuvarlak sigaraydı bugün senin elinin değmesiyle eksilmeyen nihayetinde artan... Elin çekinmesin artık söz konusu benim saçlarım olduğunda, ellerim artık tutulmasın söz konusu omuzların olduğunda...

Masadaki genç adam İnşirah suresini manalarken ben, mine çiçeklerini saksıya ektiğimde kırmızının albenisini, turuncunun eksikliğini, morun dengesini yâd ettiğimi ansıdım...
Ve "dünya boktan, sen tamsın kurduğun cümle eksik." dedim. Bunu tükürürcesine değil de, ağzıma alıp emdiğim bir akide şeker tadında, içime damlayarak fısıldadım... Sonra başımı kaldırıp "sen kimsin, be adam?" demek istedim... Ama sana gecelik bir vakitte ulaşamadım, olsun diyip uçuk mavi olan geceliğimi giydim ve balkona çıkıp beş kat aşağıya ekmek kırıntılarını saldım.

Elini yüzüme sürsen ateşin korluğunu değil, sevmenin ibadetini doğuracak kıvrımlı parmakların... Böylece kazıların soğukluğu ah'ların dallarında sönecek, kuşluk vakti serçelenecek...

Bana belki de Tanrı'nın önüme bir ekmek nimetliğinde sunduğu en somun bilmecesisin...

Kaynayan tencere sıcaklığındaki içim, kalemimin bekçisi olmuşken her demde oynamadı her ben diyene... Nedenli, niçinli sorularla gelme bundan ötürü. Dizlerimin dibine gelirsen sebepsizliğin kabulüyle gel...

Şu saatlerde aç olan karnım kedimin uykulu bakışlarında hissedilirken kireçlenmeye aday parmaklarım, durmadan dikte etmekte gözünün altında kabarmış damarın soluğunu...

Velhasıl o cam indiyse aşağı, dudaklar dediyse bir kere en içten "merhaba", çekip sağa adımları, elleri değdirmeli alındaki çizgilere...

Artık iç sesim dalgalansa da aralanan dolap kapaklarında, dolup boşalan çay bardaklarını demleyesim var, bir pilav buhurdanlığında...

Ve itiraf tedavülden kalktı, fısıl fısıl kaynamakta bebek diller, martı homurtuları çıkarmakta yalnızlık... Nihayetinde her şey temsili değil, fazlasıyla ışıklı!

Karar 3: Acemi olsa da tay tay emeklemeli bu hisler... Ne diyelim bükülmesin boyunlar, sökülmesin eller...

26 Mayıs 2015 Salı

Kakaolu Rüyâ

Birileri de hikâyesi olmayanların hikâyesini anlatsın. Bu gece ben çikolatadan iki oyuncağın hikâyesini anlatmak istiyorum. Belki bazılarınız bakınca onu da göremezler ya onları körebeye dahil etmiyorum. Evet biz burada toplandık körebe oynuyoruz. Gözlerimizi kapattık tüm sevmeleri, tüm güzellikleri, tüm gerçekleri yalanlarla, yanlışlarla, bahanelerle değiştirip görmeden körebecilik oynuyoruz, daha doğrusu etiği kör ettik, ebeyi de yok saymaya başladık; sadece kör'leşerek devam ediyoruz.

Neyse dert tasa bir yana diyelim ve çikolata dükkanının vitrinini süsleyen bu iki çikolatadan oyuncağın hikayesine geçelim:

Kırmızı elbisesini daha o gün ilk kez giymişti Isabel, siyah kuşak içindeki sıkıntıdan mütevellid değil, çok daha basit bir sebepten ötürü seçilmişti; kırmızı-siyah uyumu... Sahi kırmızı gibi tutkulu bir renk neden meftundur kara siyaha? (Soruyu duyunca gülmeden edemedim ve ey Zeberced böyle mesnedsiz soruları soracağına git aynada kendi adını sayıkla da azıcık daha gerçeğe bulan.)

Dante, annesinin yeni diktiği sarı-siyah çizgili gömleğini Isabel için giymişti. Sarı, en sevdiğiydi Isabel'in. Ve Dante, bundan cesaret almıyor değildi. Almasına alıyordu da söze nasıl başlamalıydı? İşte o tam bir muamma idi. "Biliyor musun, kakao bundan tam bin yıl önce yağmur ormanlarında maymunlar tarafından bulunmuş"diye çikolatanın tarihinden, insanlık tarihine geçiş yapmak istese vakitlerden vakit beğenmekti ki Isabel güneşte bu kadarına dayanamazdı. Dante, o gün paketlenip ağızları tatlandırmaya gitmeden önce çok az bir vakti olduğunun farkındaydı. Kısa da olsa varlığını yaşadığı Isabel'i hissetmek yetecekti. 

Geçenlerde dükkâna gelen Marquis de Sade adlı Fransız gezginin Juliette adlı yanındaki kıza bir çikolatanın aşk ve ölüm birleşmesinin sembolü olduğunu anlatırken ellerinin kızın narin ellerini kavramaktan hiç vazgeçmeyişini ve kızın da o dokunuşa karşılık tüm sihri gözlerindeki ışıltıyla yansıttığını temaşa etmişti. Bu Dante'nin izlediği en büyülü sihirdi. O an anlamıştı kelimelere sığmayan duyguların bir dokunuşla tufana dönüştüğünü. Ve o an kararını vermişti, Isabel'e sadece ellerini uzatacak ve ağzına bir tutam kendinden ikram edecekti. Böylece sihri sihirlenecek, aşk ve ölüm içlerinde filizlenecekti. 

Dante, gömleğinden bir parça Isabel'e; İsabel kuşağından bir tutam Dante'ye sundu, aşk aşklandı, son sonlandı.

Tadında bırakmak nâmına hikâyeyi uzatmak, kesip biçmek, oyup içselleştirmek artık size kalmış. Ben sadece hikâyesi olmayan bu iki çikolataya bir yazgı dikte ettim. Hikâye ve hikâyeler... Kaderin bile hikâyesi varken hem de...

Sahi siz benim hikâyemi biliyor musunuz? El-mecazü kantaratü'l hakikati bu. Satır araları satır... Sıra sıra... Yani diyorum ki arka beşli baştan beri dolu... Yalnız boş yerlerim oldukça yaralı...
Ellerim minik, gözlerim büyük... Kaygılar uzak, evim şenlikli ve kedili...

"Anlatsam roman olur" martavalına sığınmayan bir masal derdim. Özgüllüğü, özgünlüğü ve özgürlüğü oynanmayan ayarlarda, hep sorduğun sıkıntısız günlerde... (Sıkıntım yok, sensizliğim var. Razıyım çay demliğine...)

Sahi sakalların esmeri annen nasıl (bu soluklanmamdır) ?     

24 Mayıs 2015 Pazar

Arkası Yarınsız

Makaram sarı bağlamaz benim. Renklerim cebimde taşıdığım küllük değil, kağıttır... Renkler belime bağladığım ebemin kuşağıdır...

"Neden Bilge Karasu baykuş ve kediye takılmıştır?" sualin gerçek ve doğru bir sualdir... Öğrenmeye açsın değil mi? Yüreğindeki merakın, sonucu seni yavaşlatan ruhun ya çekilirse inceden ve usulcadan?... Anlayabilir misin, ellerin ayasından kayıp yittiğini?... Merak ediyorsam seni sadece insanlığımdan değil, seni şefkatlere yatırma arzumdandır... 
Duygularımı bu denli doğurganlaştırmam benim ayıbım değil, kadınlığımdır... 

Ben utanmıyorum...

Mesela salyangoz olduğunu sana anlatmak istiyorum... Salyangozsun, çünkü rengin var... Kabuğun var sığındığın, dava taşıyan ellerin var... Mesela sakalların ağarmamışken saçlarının fazla aceleci oluşu var...
Salyangozun kaplumbağadan farkı nedir biliyor musun, onun kadar yavaş ve garantici de olsa salyangoz kaplumbağadan yaşamasını daha iyi bilir... Bir gün saatlerce izlediğim bir salyangoz güneşin altında kabuğunu sarartırken, demiştim ki "öldü"... Bir süre sonra kafasını kuruttuğu sandığım kabuğundan çıkarıp bir selâm çaktı ve eklene bölüne yürüdü... Yani dava saydığı hayatını güneşe bile korudu... Anlayacağın beni kadınlığımdan dolayı değil, azaplarımın elinden koruyabileceğini biliyorum... Uzaktan sevmek kolaydır, hayali fena kırıcıdır... Olsun varsın sen varsan diriliği şart kıymak benim elimde olamaz! 

Ben korkmuyorum...

Sana anlatmak istediğim gizli hâllerim, değinilmemiş masallarım var...

Peki yağmurun (salyangozlar en çok yağmurla çıkarlar mahallelerin sokaklarına) anlamını bilir misin? Bilmezsen de dinlemelisin, benden...

Anlatan ellerim, dinleyen gözlerim vardır...

Tüm kadınlığı üzerindeki mantoya topladığını söyleyenlere gülerim ben... Kadınlığı tırnak diplerine itenlere de acırım... Kadınlık, gülüşün sıcaklığına gizlenmiş kundaksı bir canlılıktır.

Dilim acıya en çok çimlere konulmuş kahverengi masada alıştı... Kahvelerin sıcaklığında soğuturken içimdeki közleri, dumanlar saçtım da kimse görmedi. Bunlar iyi günler, daha kötüsünü emin ol ben de gördüm. Hem de ne görmek; içtim be içtim.

Kendi familyamı oluşturayım derken elimden giden gitti de hep bakakaldım. Kadınlığı işte tam da o zaman tınlattım tenimde.

Bereket diye hıdrellezde yenilen ne varsa, aşk diye gömülen ne varsa hepsi benim toprağımda göz kırptı...

Canım, kanım, biriciğim, esmerli günlerim; sana diyorum ki gece olmuyor uzaklarda!

Celladıma gülümserken çektirdiğim fotoğraf karesinde kalacak kadar kararma...

Amerika keşfedildi, biz sadece ayık olup ayılabiliriz birbirimize! 

Benden sonra adres ya çöl olur ya da dağlar! Ya ağlanır kaya gibi ya da ah'lanmadan ağaçlanır...

Gerisi yola dökülen çakıl taşları... 

20 Mayıs 2015 Çarşamba

20 Saat

Şelalenin sessizliği fazlaca gürültüsünden dolayıdır...
Bu ne kesif, bu ne koyu suskunluk yarabbi... Ruhumdan gelen suskunluk değil, dudaklarımı geren kelamsızlık... Kuruduk, çatladık... Evet, çok haklıydın geçti nihayetinde bir gün daha... Çünkü ömür biten bir şeydir, tıpkı tükenmez kalemlerin tükenmezliğindeki gibi...
Bazı şeyler bu denli bilinirken, sakınmak ruhu bir kadından, eziyetin meziyetidir...
Şunu anlayın artık ey yakın yollarımın yolcuları, aradığım değer bulma telaşı değil, başlı başına değerdir... Sevilme ihtiyacı değil tek arzum aynı zamanda sevmek, sevmek, sevmek, sevmek...
Sırtını dönüyor dünya, kimse kimseyi sevmeyince... Bizim anlamımız var, incitme bu anlamı Mor!

Sevişmelidir kanatlar, eller serinlemelidir...
Sıcak olan dükkan içi değil, simaların özüdür... Özü biçip, anlam çıkaramayız... Anlamı kelamla temizlemeye çalıştıkça bırakın artık çamaşırsuyu sıkıştırmayı koltukaltıma...

Atın rahvan yürüyüşü şahlanma bataklığında... Neyin sabrı bu? Ölüyoruz be!

Kulaklarımda çocuktum, ellerimde bir yaşlı... Sırtımda bir hamaldım, gözlerimde sadece bir kadın... Ve sen sadece kağıtlarda bir adam, Mor!

Bu ne yazgı, susluğun pusluğu hâkim... Tanrı'yla konuşmak da kâr etmiyor artık aklıma... Cevap da gelmiyor...

Sen, sen, sen Mor; 20 saat gecikmeli eylemin nerelerde?

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Paslı Çakı Bilendi...

Yağmur ardından açar şairler...

Kalbin damıtılması kaderdir!

Sen istersen yönetirsin filmini, yazgını yeter ki korkutma.

Ellerin dizlerinin üzerinde olmalı kendinden bahsederken, gözlerin göklerde... Sen morsun!
Hüzün, hazan, gerçek, soyutluk, maviliği ve griyi göbek deliğinde dinlendiren mor! Sen morsun adam...

Sen bilir misin renklerle konuşmayı? Konuşurken onlarla, kımıldar renkler, tıpkı suyun dalgalanması gibi. Yavaş yavaş usuldarlar tende...

Aynaların mumları parlatması gecelere hastır, günler istese de yapamaz bunu. Elleri bu mayaya cevval değildir. Bu sebepten ötürü sabırsızlığım.

Sosyoekonomik sınıflar senin olsun, sevgi benim. Tam da bu sebepten ötürü gel sevelim birbirimizi; aç sevelim, yoksul sevelim, yarım sevelim, ama sevelim.

Mordaki turunculuğu yaşat bana. Yaşat ki ovalardan uçsun sesim. Yaşat ki dağlardan kanatlanabileyim. Sonrasını deniz halleder. Anlatır sana tren raylarındaki küf yenilenmeyi. 

Sesin geçmeli tenimden, fısıltıların kulak diplerimden fısıltılansın!

Ben duyarım sesini!

Bana masal anlat, zaman olmasın içinde. Özlemeklik olsun da beklemeklik olmasın...

Kent şarkılarındaki kentlerin denizleri aksın saçlarımızdan gayrı...

Penceremde fena martı sesleri ve umut yenileniyor. Ağladığıma yanıyorum artık. Gülüşleri yaşat saç diplerime, çakılarla çiziklenmiş dizlerime...
Ellerimdeki yaşlılık gençleşsin...

Umut yenilen değil, yenilenen bir şeydir. Öğrendim bunu seninle. 
Rabbim alma elimden suyumu. Bu saka daha fazla susuz sakilik yapamaz. 
Şarap henüz harcımız değil, mayalanmaktayız zamanın zembereğinde...

Umudumuz gökyüzü, beklentimiz gökkuşağı...

Yağmurun ıslatıp seni toprak gibi kokmanı isterim avuçlarımda... Adım, temizledi tüm intikamları... Gömlek kolları artık aklandı zaman makinesinde. Bir tek geriye elini alıp elime, kokunu sürmek kaldı yüzüme... Sıvamadan, bir tüy hafifliğinde geçsin hayat denen meşrepsiz mahlukât.  

Karar 2: Ebemin elleri kınalı, annemin beklentileri pamuklu, benim sevgim bekçili, senin davan devrimli...



15 Mayıs 2015 Cuma

Adım Çıkmış Mahallede...

Derdim devrimleri yıkmak değildir, aksine sağaltmak...

Devrimler de yavaş olur, dedi güneşin başağı bu akşam ona senden bahsederken, sendeki sığınamamayı anlatırken...

Yetinmemeliyiz, ne ile yetinelim bize verilen ne kadar tohumu filizlendirelim?..

Bu gece bir fena içim... Bakamıyor, göremiyor hem de bakıp ve görürken... Adım çıktı mahallede ketenden bozma gömlekteki toprak parçalarını ararken... Köşe başından çıkan kıvırcık gibi boşaldı içim... Hem de kahkaha atarken... Rüyalara inansam seni oracıkta bırakmam lazım... Boynum sökülüyor bunu hissettiğimde...

Ben şunu demek isterim ki ben bir rengim evet kibritler çakıldığında yanan renk kadar turuncuyum... Maviye kıydırmış bir turunculuktan söz ediyorum...

Ama yorulmadan hep dillerim "ben burdayım" diyor ki pulbiber tadında yansa da hep...

Yüksekçe bir balkonda oturmuş şimdi içimi serpme bozukluğun sağlıksız içeriğiyle yıkarken saçlarım kazınıyor...

Yağmur yağsa da yürüsem diyorum, o da yağmıyor. Yaz gelmişti değil mi?

Çay soğumaya meyillidir, ben gitmeye...

Devrimi tutmamış bu eller yaşamaya meyyal... Ne de olsa gece leyla, gece leylak, gece saçlar kadar kara... 

14 Mayıs 2015 Perşembe

Kiradaki Dimağ

Nuh Tufanı ikinci kez koptuğunda ben yalnızdım. Yüreğim uçtu önce, aklım korkuyu hissetmedi. Ellerim en çok üşüyenler oldu. 

Sevmek var, dedim tufanın ardından... Adamak, yalanlamaktan iyidir... Adamak, adanmak; söküklere yama, yamalara dikiş olmaktır... Kaç kere başa sarıldım bilmiyorum. Vazgeçenler hep geri adım atıp tekrar zafer peşine düştüğünde gömlek yakalarına yaptılar en büyük ihaneti... Zafer kanırtık kabuklara gizlenmiş gliserinli vazelin gibi yumuşacık olsa da en çok çatlakları yakan da o oldu... Unuttular ve kaybettiler...

Güneşin deryası denizlere örtü olmuşken evdeki ölü kedim ters dönmüş böcek kıvamında vedalaştı dünyayla... O saniye tüm entelektüalizasyon sosyolojiye yenik düştü... 

Halılar yıkanmış, balkona asılmışken bahar ne denli hissettirdi kendini hiçbir zaman emin olamadı... Tıpkı ne kadar sevildiğini hiçbir zaman bilemeyeceğin gibi...

Sahi beni sevebiliyor musun? Zorlanıyor musun Esmer? 

Huzurlu susuşları yaşayabildiğin insan zaten senin ruhundandır... Ruhum musun şairnevâz adlı? 

Annem inandı... En çok onun inanması önemliydi... Onun istemesi olması gibi geliyor bana... Duaları merhem, ümitvar sesi nefes oluyor, davamıza...

Atlar şahlandı, baykuşlar uçtu, kediler uyandı... Ve kazandık...

 O zaman haydi hayırlı aşklar!


12 Mayıs 2015 Salı

Demli Duyuru

Kıyamet gibi sözler yığılmasın, dedi, bu dilim her zaman. Fazla da bir şey beklemedim, sevdiğini söyleyenlerden...

Hesap sormak değil derdim, hesap sorulması her haksız davanın ardından canımın kanırtılması...

"Daha kötüsünü de gördüm" dediğinde anladım çekingen görüntünün ardına gizlenen kırılganlığını... Renklerden konuşalım, rengini anlatayım mesela sana... Sağ gözünün altındaki kabarmış damarın gittiği yolu izleyeyim parmaklarımla...

Hayat bildiğini okurken, biz kitapların sayfasını okuyalım.
Kucaklamaya hasret bu kadın...
Mutfağın yolları kör, tut ellerimden ki beni kavuştur tezgâhıma... Kadınlık kokan bu istekler ne denli avuçlarında bunu ne denli bilirsin bilemem, ama gömlekler ibadetim...

Kokun varsa ki varmış bugün duydum çekeyim burun deliklerim yanana kadar... Piyasada yan çizenler, soldurup atanlar bereketine bedava... Onlarla harcanmayalım...

Akışta batmayalım...

Ey kadın (kendime dipnotumdur), kime bu serzenişin, tutkun, arzun, içtenliğin, demliğin, sevişin, sevişmen, deliliğin, ruhun...

Benim bu yalnızlıkta ne işim var... Gelmen gereken yol cebinde...

Gerek yok kutsanmaya, sır tankla dayanırken sokağa...

Yani demem şu ki "yok bir gece bu, sabah kalkıp aşktan konuşacağız"

10 Mayıs 2015 Pazar

İşportacı Tezgâhından Sızanlarrrr!

Bırak şimdi o dilleri... Özrün kıymetinin kalmadığı dem be demde demlenirken neyin efendiliğini güdersin ya da neyin serseriliğini yaşatırsın...


Dar boğazda yapılan şarkılar, kıl tüyden atarlı şarkılara yenik adamım ayık ol...
Davan varsa kendine diyorlar... Ağzı olan kusuyor kini... Konuşmakla hatiplik olmaz, belki merkeplik... Onu da semersiz yapamazlar... İlla ki sınıflara bölünmeli; a'lı, b'li, c'li falanlı filanlı öteliğe yakalık olmalıyız değil mi? (beyaz, kolalı yakalıklardan hemi deeee...)

Analar sınıfsal doğurmuyor, distopik filmde sekans kurgusu ütopik... Komik oldu vallahi...

Hesaplar sorulacak - bir sigara tellendirme vaktidir, şu an -

İntikamın telleri güvercinin gözlerini oysa da güvercin hâlâ o telde, naaaaabeeeeeeeeeeerrrr...

Patili bey, iki seksen yatarken; bazı gerzeklerden bile akıllı...

Kontes yakıştırması nedir allasen... Ne güdük, ne acı, ne aciz, ne ucuz... Kafalaaaaaarrrrrrraaaaa gel... beyinsizlik batan gemilerin güvertesinde...  Asuman koru bizi çimenlerden.

Çevre temizlenmese de ruh temizlenmeli kımıl zararlısı, faydasız, bön beyinlerden...

Gazellerin kaside bölümünde de yer aldığı gibi hayat hasarlı... Yoksa o bir özel isim miydi? (tamam tamam 21. yüzyıl divan şairimin ismi, ona tüm övgüler, sessizlik ülkesi)

Bir nehrin bir yakasında yaşlı puşili bir adam, diğer yakasında bir rakkase... Ya biz de bu hayale sıkışıp kalırsak senle? - ,hatırla "Kör Baykuş"daki gibi... Boku yeriz... Kediler bile kurtaramaz bu yalnızlığı bak benden söylemesi...

Zırvalık vidası gevşetilmeli, sıktıkça patlak verecek hayat... Ağzımda salatalık tadı...

Duman kıvrıla kıvrıla öyle dertli dertli içlenmekte, antitezlere...

Kaçan uykuların hesabı senden sorulacak maşuk... Acele etme o aşk yaşanacak....

Haydi hayırlı işler....

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Açık Adres

Diri öpüşler kondursaydım bugün yorgun alnına beyaza yüz tutmuş saçların karalanır mıydı? Hiç tanımadığın insana sıpsıcak oldu mu senin için Esmer?

Tren garına sığınmak istedim bugün seninle, sadece seninle. Bindiğim dolmuşun yanından sen geçerken, ben aklımdan geçirmiştim hâlbuki seni... Hakaretler yok sanki sende. Davan var senin, düzene karşı çıkış, devrim nitelikli cümlelerin var sanki dimağında... Cümlelerin kandırır mı, diriliğimi...

Yarın yemek yemeyelim, iki sandalyeli yemek masası olmasın bir ucuna senin bir ucuna benim oturduğum...Kuru, tahta bir bank olsun bu kez oturduğumuz. Yarın 18:10'da garda olacağım gelirsen bekleyeceğim...   

Evet, gar (trenlerin gelip geçmediği bu şehirdeki ölü duraklardan olan gar.)

Bu şehirde yalnızlık her öğlen mandalina kolonyasıyla bir binayı bekler... 

Artık ısırılıp, çiğnenip ağızdan tükürülmeyelim... Fazlasıyla öpüşsüz tenim, ruhum pütürüklü, ellerim kuru... Sırtım fazla üşümeli... Su sızım sızım dalgalı...

Bir annenin bekleyişi sayabilirsin, mutfakta yemekler yapan bir kadın sıcaklığını umarak gelebilirsin, bir tanışın bilinmez tadında efsunlu sohbetinin bekleyişi sayabilirsin, akıl vermece değil, akılların bölüşüldüğü - tıpkı kitaplar gibi - kutsallığı umarak gelebilirsin.

Araya hayat girmeden konuşmacanın ruhunun beden kisvesine bürünmeden hürlükte olabileceğini hissedebilirsin...

Ütü masasının ütüyle sıcaklanması gibi değil de, hiç soğumayan kaplıca suyunun ılıklığını yaşayabilirsin avuçlarımda...

Sigara nefeslenmeme karışmazsan, karışırsın... 

Toprakların ötekileşmesindeki insansızlığı, ezilmişliğin ayakta duruşunu, ırkçılığın sahiplenişini, katliamlara yapılan ihanetli insanlığı, sevginin tanrılığını, tırnakların acılığını, dudakların kuraklığını, yalınlığı konuşuruz... Kim bilir daha neler neler Esmer?

Hiç boşalmayan çamaşır sepetleri oluştururuz, kır çiçeklerinin boyun büküklüğünü uyandırabiliriz...

Umut var burada Esmer...
Hem de tüm kavramlardan boşandığımı ilan etmişken bunları dillendirebiliyorsam sen gelmelisin...

Adres: Yaşadığın şehirdeki tren garı...

30 Nisan 2015 Perşembe

Gök Aldatmacası

Esmer günlerin başlangıcı, aydınlığın temsilcisine gelip "senden geçti bu işler" dediğinde aydınlık hâlbuki tezini savunmaya dili döner olmuştu... Bahar karnından öpmüştü esmerin, aydınlığa inat...

Unutma bahçesinde kılavuzla karşılaşınca uzun bir gecenin sabahı tadında içildi dibek kahveleri... Hani şu iri taneli kahverengindeki kahveler... Gür gür baba gökte ceviz kırarken - ki annelerin gök aldatmacası - aralık perdeler kapalı camlar ardında düşen yıldırımla titredi... günün erken saatlerinde açılan ışıklara inat yeşil tahta masa yağmurda kararmadı, parladı...

Pasifik'te yaşayan dişi ahtapotların anne olması için intiharı gibi ölümü tatmaları doğa gerçeği diyip geçilirken, seninle kitap bölüşmemiz fazla hayali gelebiliyor...

21. yüzyıl modernliğin prangalarında erirken sen isminle eskilerin şairleri gibi şairnevaz bir ad çınlatıyorsun  kulaklarda...

Esmer'le aydının savaşı bitti sayılmasın, karşılıklı masaların bileklerini öpmekle iştigaller...
kalemleri usanmış omurgadan, şimdi ömür uzatacak budaklar salınmakta...