30 Nisan 2015 Perşembe

Gök Aldatmacası

Esmer günlerin başlangıcı, aydınlığın temsilcisine gelip "senden geçti bu işler" dediğinde aydınlık hâlbuki tezini savunmaya dili döner olmuştu... Bahar karnından öpmüştü esmerin, aydınlığa inat...

Unutma bahçesinde kılavuzla karşılaşınca uzun bir gecenin sabahı tadında içildi dibek kahveleri... Hani şu iri taneli kahverengindeki kahveler... Gür gür baba gökte ceviz kırarken - ki annelerin gök aldatmacası - aralık perdeler kapalı camlar ardında düşen yıldırımla titredi... günün erken saatlerinde açılan ışıklara inat yeşil tahta masa yağmurda kararmadı, parladı...

Pasifik'te yaşayan dişi ahtapotların anne olması için intiharı gibi ölümü tatmaları doğa gerçeği diyip geçilirken, seninle kitap bölüşmemiz fazla hayali gelebiliyor...

21. yüzyıl modernliğin prangalarında erirken sen isminle eskilerin şairleri gibi şairnevaz bir ad çınlatıyorsun  kulaklarda...

Esmer'le aydının savaşı bitti sayılmasın, karşılıklı masaların bileklerini öpmekle iştigaller...
kalemleri usanmış omurgadan, şimdi ömür uzatacak budaklar salınmakta...

20 Nisan 2015 Pazartesi

Sabahlanmış Masa

Kilim altında kalan, ütülenmiş sarı kağıdı sandık lekesiyle karıştırmamak için üzerine duman isi sürdüm... Hareketi unutmuş kal halimi yola sürdüm de içimdeki "dur"maklık halinin hiçbir durakta düşüremedim...
Bu sabah hiç tanımadığım bir adamın masasına oturduğumda Ahmet Kaya'yla dertlenişini, önündeki buruşuk kağıda şarkının sözlerini nakşedişini izledim, sessizce... Konuşmak ister halini üzerime her çevirişinde konuşmak istemeyen omuzlarımı daha bir dikleştirip savdım, konuşmaklığı..
Bitkiler gibi dışıma dışıma bırakırken terimi, solunmanın emir kifayetindeki kayıtsızlığa müptela olduğunu anladı mı bilemiyorum...
Nihayetinde ben çöl şiirleriyle konuşan gürültülü bir kara trenim... Dumanım çok, izim geçmiş...

Şöyle bir gerçeklik var ki evrim teorisi, teoridir; evet, gözümüzün devirdiği, beynimizin sindirdiği gerçeği reddetmeyelim...

Çemberimden taştığımı hissederken, umutları koynuma alıp ısıtma korkum hâlâ bâki...
Kır dümeni ben yokum orada... Sana her bakmayışımda görmüşsündür... Döndü çark yerinde, feleğin anası ağlar, gerisi yalan ağlarmış...
Çatalağız, yolağzı, yalanağzı... falanlar filanlar doldururken çay bardağımı, çaydanlıklar güneş sıcaklığında...

Kahvedevri çocukları beşiklerinden yeni çıkıp üzerindeki kundakları yırtarken, boş naraları doldurur olmuş mahalledeki ev pencerelerini... Herkeste bir alışmışlık, bakmamakta gözlere...

Araba fren yapamayıp çarparken ara sokakların köşelerine, ölümü iliklerine kadar isteyen kadına aşıklık var ruhumda...
Cesaret bunlar hep...
Yer, gök; dağların diz çökmesini kabullenemezken, nehirlerin taşması ıslatır köprüleri... 

Fena halde fena bu sabah, başı fena halde bela...
Ahulu şarkı tınlatmış notaların es duraklarını, sen uykuda...

Yana yana kurudu çöllerdeki çimenler, develer eşekleri sırtlanmakta...
Bir kokun vardı aslında dünkü lacivertli adama ödünç vermeden önce.... Senden geçti seçmeklik, seçimlik sevdalar, sandıkta çürümekte...

Çürü, ey dirimimin sebebi adam, seni kurtarmak istemem artık mümkünsüzlüğün midesinde...

Sabahlanmış bir serap yeterdi halbuki çölüne... armağan olsun şimdi sana tüm ölmüşlükler.... gözlerim canlı, kirpiklerim diri, ah'ım tütmeli, ocağım yalın... bacam ak...

11 Nisan 2015 Cumartesi

Kilim Altı Süpürülemeyenler!

Varlıklar, yok olunca mekânlar diriliyor. Lağım ağızlı şehir anıra anıra mikrofona konuşuyor. Her şey hakkındaki değişmez fikirleri iki cümlede bir değişiyor...

Bu akşam taksi, dar sokağa girdiğinde sokağı daha da darlaştıran karşıdaki arabanın şoförü, yaptığına karşılık olarak: "...dar alan ama sen taksicisin, geçersin" dediğinde taksicinin "taksici olunca araba küçülmüyor" cevabında ne çok varlık meselesi gizliydi. Ve o an fark ettim ki ben de sana ne büyük adalet yedirmişim ki haksızlığıma boyun eğmedin, yükleri yüklenerek kollarını yapış yapış bir yalnızlığa mahkum kıldın... Ellerin ağrısa da kulakların hiç bir sesi taşımadı, seninkinden gayrı...

Yani şu ki aslında ben adam kesmedim, kestirdim; adam yaratmadım, adam astım...

Çamaşırlar kurumuştur; sen yemeği yaparken, ben de çamaşırları asayım. Sonra gelir yanağıma öpücüğünü kondurursun. Dudaklarımdan değil de yanaklarımdan öptüğünde daha bir meziyetlenirdi menziller...
"Yanaklı insanları severim" cümlen temizlenmeyen cümlelerinden biridir... Kölelerin yanakları sevilmez ve bir bağlılıkta 2 köle olmaz. Ben kulluğun köleliğini reddettim, seninkini yasadım...

Metis, "hikmet tanrıçası" demektir... Bende daha da fazlası var: Hikmet İnceisler'in Metis'i... Ne yazık ki ayıklamayadın kendini senden... Halbuki şimdilerde tanrıça kılıksız kılığıyla kuyu diplerinde... Benimki diye bahsetmekten hezimet duyuyor kalbim... Ne de olsa o an şehrin dışındaki isimsiz cellad mezarlığının topraklarına işlendi, herkes bu haberi biliyor mu? gülümsedim celladın birine, halbuki sen hâlâ diriydin.

Becermeklik geberdi şu an...

Ve çamaşır sepeti boşaldı...

Ocaktaki kahveli cezve taştı... Sabır katmerleşti, kunta kinte oldu... Sonrasında da biraz karardı.

Platon'un devlet anlayışı da modernleşmiş, "Of not being a jew" tartışılıyor. Bunların hepsi ontolojik sebeplerle söylense de analoji yoluyla dillere bulaşıyor.

Peki ya Yahuda? Hangi nehir kenarında?...

Kazak mevsimi bitip gömlek mevsimi başlıyor. Ayık ol ve o gömleği karton kutuların örtüsü olmaktan kurtar... İçim acıyor... Evet, bu direkt bir mesaj, dolaylama 5 km ötede...

Bu akşama gelecek olursak yine, taksiden inişim emanet bir çanta gibiydi...Az ötede sokağa işeyen dilenci... Bir iş gibi işiyordu... Sidikli elleri demir para bozukluğunda... Zihni gecenin mumları lütfunda... Gözleri alıcı kuşlar turnikesi... Soteler sondajlı o saatlerde... Yabancıyız o dilenciyle gecenin saatlerinde gündüz olsa gülümserim belki de. İçimden: "senin de işin zor dillerinin pulları her gün nasıl da azalmakta" demek gelse de bunu senin yapman gerektiğini düşünüp susuyorum. Sen olsan belki konuşur, sokağın dilenmesini, onun haklılığını doğrulardın...

Seni özledim, demek artık anlamsız... Geleceksek birbirimize dünyadaki sıratı da geçmeliyiz... Sonra sen yak ben yanayım...

Bizim umumiliğimiz, artık şehrin orta yerlerinde olan umumi helalar minvalinde... Defe'atle dillendirsem dolaşıyor parmaklar birbirine...

Senin uzamayan sakalların, benim kısalan saçlarım mevcutken bizim yokluğumuz daha gerçek...

Özün sözü senden daha çok isteyemem, o zaman benden daha çok vereyim...

Not: kadını koyduğun kefe senin hükmün olacak, o zaman hikmet, benim ellerimden akacak senin ağzını ıslatacak...


9 Nisan 2015 Perşembe

Sürgündeki Arzuhâlci

güneşin sıcaklığıyla eriyen renkler, bulutların yağmur taşıyan rüzgarıyla koyulaşıyordu… rahmim çocuk doğurmak istercesine ağrıyordu… 
ela gözlerimin yeşil helezonları kıpırdayarak inadımı suluyordu… 
bir kulağı ötekine sağır, bilimsel ve ağırbaşlı gizli sevgimizi saklamak isteyen upusul parmak uçlarım kırçıllaşmış saçlarımın övüncü olmuş gibi uyuşuk bir şekilde rüzgara karşı durmaktaydı… üfleyen rüzgarı bir tren gibi arkama almaktansa hep ona karşı yürümeyi marifet sanmış dimağım yıldızlar gibi uzaklaşmış…
acı bir hikayeyi anlatırken de insan zevk alabilir…. ne kadar büyük dert çekiyor ve anlatıyorsan o kadar büyük dertlere de gebe kalıyorsun… karar verdim sınıfsal göreneğimizi seyre dalınca anladığımı anlatmamak için çabalamaya… 
biliyor musun, konuşan bir kediyle evimi paylaşıyorum adı: mestan… evde kimse kalmayınca başlıyor seslenmeye… kapıya kilit vurduğumda duydum bu sabah kalından tiz sesini… ben de giderayak ona benziyorum; insanlar yokken konuşmak artık daha büyük tat veriyor… sen bana düşman içinde donuk bakışlarla, sert seslerle seslendiğinde ne kadar doğru yolda olduğumu bir kez daha anlamlandırıyorum…
pirelerden deve yapıp dilsiz baykuşun sırtına bindirip yola koyduğumda kendimi, azığımı unuttuğumu fark ediyorum
kollarım dik ve titrek olmayan sol elimle - sağ elim son zamanlarda daha titrek - atölyede karaların kalemini aklarken  hocadan öğreniyorum sabrın zorluğunu…akşam dönerken kaldırımların daha yorgun olduğunu hissediyorum ağrıyan kollarımın altından geçip giderken… artık çığlık atamıyorum…
+vali konağı’ndan geçiyor mu?
- geçmez…
orası eski muhitim değil miydi, diyorum sonrasında kendime… ve vapurla gidiyorum eve… havalar güzelleşiyor ne de olsa… martılar artık saat 1:20′yi beklemiyor havalanmak için… 
neredeysen gel artık… konuş benimle çatlat benim bu inançlı dillerimi… artık bir sana konuşmak istiyorum, sadece sana… sanki bir yerlerden tanıdık olan tadını dök dillerine ve konuş…
huzur kaymasın artık ayaklarımızın altından…
dünya senle sürgünleşsin…
ve sürgün sona ersin…
çok şey istemiyorum, biliyorsun…
iki çay içeriz, benimki şekersiz… senin nasıl içtiğini daha bilemiyorum; ama öğrenirim..
korkma tüm çay bahçeleri o an bizim…
sen gel yeter ki…
uzak mı yollar dersin?
hangi gezegenin kayığındasın onu bildir, tanıt artık zihnini bana… Bilinmez zamanlarımın bilinmez yâri…

Makaraca Karalama...



Sarışın olmayan saçları - kıvırcık değil de dalgalılarından birazcık - küçük bir erkek çocuğunun başı olsun mesela… Ellerinde kapalı kapılarımın sahici anahtarları olsun… Konuşsun biraz ve sustursun etrafımda yalandan, öylesine dolanan donuk menfaatkar sesleri…
Susuzum suçsuz susuşlarına… Susmak işime geliyor konuşsam da hep öylesine onları avutacak kadar… Bencellik sarmış etrafımı en bencil olan da sensin… Beni nasıl kıydırdın bu yalınlığa?… Yavan bir dur haliyle süren bu zamanlı bomba ha patladı ha patlayacak…
Ey Rabb'im bir yol, bir han, bir hancı… Bana bir hançer…
Bu gece aynalar ayna olmasın yalnızca, penceremin önündeki duvar, ağaç, kaldırım olsun… 
5.kat çok mu yüksek?… Kaç oranında alsam a4 kağıdına sığdırabilirim? 
Ben en iyisi yine susayım, ölü pantolon iş başında ne de olsa…

30 Mart 2015

Nostaljiloji


Sokak akşam ölgünlüğüne bürünmeye ayak boyu kalmış bir serinlikle toparlamaktaydı insanlarını… Pencerelerin sanki bu akşam daha bir koyuluğun kesifliğinde siyahlaşmıştı… Belli ki evde değildin… Sokağın başındaki bankamatikten para çekerken boşluklarım daha bir kanadı…Parke taşlarının arasını dolduran, balıkçılardan sızmış kirli su yavaş yavaş büyüyerek titredi, kan damlasıyla…
Bir bahar akşamı rastlayamadım sana…
Park da karanlıktı evin gibi… Sığınmaklık mümkün olamadı…
Kaçarcasına uzaklaştım… Atların unutulmuş ötekiliği gibi unutulmak istedim tarih medeniyetinde… İstedim ve ancak sokak sonundaki nostaljiye sığınabildim…
Dikiş makinesinden masa sıcaklığı içine kaçmış çay ve aklımda üç noktalar değil, artık dört noktalar….

Ellerimin kenarı kara, gerisi beyaz ve kuru… Başım yemenili… Sen yemenisiz beni oyalarken geçmişin hesaplaşmasıyla şimdiyi kurtarmak sende meçhul… Ertesinin akşamı doğarken ben yine aynı noltaljideyim; sense yazın eve girmek bilmeyen çocuklar misali top peşinde…
Vuslat aynası karşımda… Sen benim aynamdın, küçük elli, uzun tırnaklı kuru ellerimdin… Geçmişimin gelecekle olan kavgamın hikmetiydin… Ayaklarımın altında biriken çamurlar gibi ağırlaşmakta bu vakitlerde ruhum. Eve gitmek istemiyor.
Bir yanı karanlıkta kalmış yüzün beliriyor; yazdan kalma, ışıksız balkonun küf kokulu demirlerinde… Elindeki tesbihle sallandırıyorsun kendini… Yolun karşısındaki ağaçlı, kararsız bahçeye…
Köşeyi dönerken balkonuma bakışın ölü evi canlandırma telaşından değil, unutulmak istememe arzun… Ölü ev uyanabilir mi? Ölü evde yaşanabilir mi? - yaşayamadım, ölemedim, göçlendim… 
Sonrasında her gün aynı yoldan gittim tımarhaneye… Ama her gün bıraktığım izlerin farklı olduğunu zincir izlerinden anladım. Sevişen erkek ve kadınlar, izlersiz izlerde çoğu zaman o yollarda, gecesiz izler olduğu belli müptezellikte…. Islaklık yağmura ait… Gülüyorum yolun yarısında hep, bakıyorum yuvamızın önü… Şimdilerde kuşlara emanet. Tam o an ağzımda elektrik tadı… Şok az önce bitmiş, ağzımdan tahta çubuk yeni çekilmiş… Dişlerim sallanıyor, avuçlarım toplamak için hazır… 
Unutmak galibalarda yaşamasa….
Galibalar bazenleşmese…. 
Bazenler hepleşmese…. 
Dilekler ağaç diplerindeki köklere bulaşmasa…. 
Taşın kaderi neyse bu alemde, benim de zamanım o’dur… 
Anlayacağın kırılan yerlerim kaynaştı da üzerimdeki yamalar hep görünürlükteki görüngede… Elimde beyaz bir kalem, aydınlık yanlarını çizeceğim ve seni doğuracağım… Nihayetinde bu bir eskiz denemesi: adam yaratmaca!

27 Mart 2015

Bil-Bul Oyunları


çölden, ormana çıktı şu iki gündür ayaklarım… tırnaklarımın arası ağaç dallarıyla doldu… yaprakları aralarken kaybettim vahaları… “ben bu değilim, bizim nefesimiz çöldü” derken çöllük olmuş ormanlar… en çok yazın duyulur çocuk sesleri… sesleri kısamamaktayım, dizlerimdeki yaralar geçmiş baktığımda… 
tekrar bana bağışlanman ne mümkün derken, bulurum kenarımda akan ırmağı…
attığım kement gevşek gevşek gülerken dudak kenarlarımda ellerim kanamış ipi sıkmaktan… kulaklarımda yavşak bir erkek sesi şarkı mırıldanmakta… geç bunları geciktik biz birbirimize diye karşı çıkmaya çalışırken ona, yutkundum sana dair öğütülmüş boyunları…
bahar gelmiş kışı silmek istercesine, biz çok uzun kışlar geçirdik seninle… kış uzamakta hala bileklerde… gözlerim çökmüş, bugün bir arabanın dikiz aynasında kendimi lime lime ederken gördüm… bakışlarım taş, kirpiklerim eriyik bir su olmuş… 
dalları aralasan elimde bir kitap “Ormanda Ölüm Yokmuş” diyeceğim sana… tutmaklık hakim bende sana dair… hep sevişmek ister gibi bakışlar, ürkekleşmiş… biz n’aptık böyle birbirimize?
atlar koşuları koşmaktan yorulmuş, en sevişgen halleriyle yığılmışlar samanlara… atlar en sevişgen hayvanlar, baykuşlar en durgun kakışlarda…
ben senin beklediğin duraklarda dur olmuşum… sana dair olan rüzgarlı bayırım üzerindeki tüm çizgileri silmiş yeni çizgilere hazırlanmış… sen vardın ya bir zamanlar, tekrar bağışlan bana diye bağırmaktayım o yokuşun başından…
uyanmıyorsun, toz uyanıyor, bulut uyanıyor, sen uyanmıyorsun… öğlen uykusu ağırdır canımın içi… gözlerin kaldıramaz bu denli tozu… toz duman bayırın en kesif yeri… kalk bul beni…
iskambil kağıtları as’ız kalmışçasına jokerli… her yeri yedekler istiflemiş… çok az yer kaldı bize… bizlik ayırdım iki şilte… bizim yurdumuz değil buralar, barınamamamız şaşırtmamalı süvarileri… göçebe bizi, yalıtık sizler anlayamazsınız…
dilim fazla maruz kalmış ki sensiz kelamlara kanlı baktığımda…
ipince bir sabırla yazamadıklarım kaçtı yine en derinlerime, bir tek sen, bir tek sen, bir tek sen, tek sen, tek sen, tek sen, sen sen sen sen sen… çıkarabilirsin o derinden beni… 
kalk bul beni…
bilmiyor onlar beni…
bir tek sen beni… bil isterim senli beni… bil ve bul…

19 Mart 2015

Günahlamaca


Neden yazıyorum biliyor musun? - yaşamı yeniden kurma isteğimden ötürü. Acılarımdan arınmak için. Ama acılarımdan günahsız arınamıyorum. Bu da canımı en çok acıtan şey…
Bugün acemilikte kıydırdığımız halleri düşündüm… Halsizliğin gölgesinde ve o an anımsadım yalnız bir insan gördüğünde dikkatini neden cezbettiğini… Sana benzemesinden ötürü değildi gözlerinde süzülüşü. İçinin acımasındandı biraz… 
Bu gece zamanı dikine bölüyorum, yatay ilerlemek mümkün olmuyor.
Rüyalarda konuşur oldun artık en çok… Taştan bir binanın basamaklarında günah çıkaramazsın ya da sanal siyah bir yaprakta satırlarınla af dileyemez, ah edemezsin…
Senle hiçbir şeyi bölüşmedik. Senle iki sevgilinin öpüşüp koklaşmasının ötesinde sessizliği, sessizlikte her şeyi, yani kelamları bölüştük. Üleşme değildi, okşarcasına paylaşmaktı bu. 
Yaprak rüzgara nasıl karşı koyar bilir misin? Sapı sayesinde. Bulutlar ve yapraklar rüzgarın yegane aynasıyken sen korkularının bile kabı değilsin… Yazan mı yaşayan mı? Kendini inkar eden ruhta barınamaz, sevgiye sığınamaz, sadakatte kalamaz… 
Hiçleştin…
Kitaplaşman satırlara boyun eğmene sebep, insanlığa mağlubiyetinin ışıklı tabelası…
İçime soramam, eskiyi yeniye kıydıramam.. 
Annesinin eteklerini çekiştire çekiştire korkulardan kaçmak çocuklara hastır. Çocukluğun yamaklığından ayrılma, ellerini çamura daldırma vaktidir…
Korku hissedildiği an çoktan içe işlemiştir. Bunu öğrenmiş olman gerek ki kabuğuna çekildikçe çekilişin hayatın kurası olmasa gerek…
Uykusuza masallar tadında bu satırlar… Farkındayım ama orman derinliklerinde yaptığımız bir yürüyüşte de sana söylediğim gibi rüyalarda uyuyan, sana hayatı anlatamam. Rüyalarda ölüm yok ki sen inadına ölmek isterken.
Sana sözcüklerle başlanır belki ama sen en çok şiirlerle okunursun. Korkmak mümkün olmuyor ama korkulması gereken de odur aslında.. 
Şimdi de gördüm de’ler da’lar bağlayamıyor artık… 
Halden ben anlarım ama halsizliğinden, dilsizliğinden satırlar…
Zihin ve yürek ayrıksı artık…
Ünlem, soru işaretinin yanında yer almıyor. Mavi turunculukta nefes veriyor… Gri solgun… Siyah, beyaz oldu heyhat…
Sonları sevmezken sonlaştık, nokta kaderimizi yüklenmekte…
Üç nokta dağlarda…
Önce fikir düştü sorulara. Ben koydum koynuma en soğuk suları… Yudumlamak göğüslerimde… Dil, kurudu; eller çatladı…
Yapraklar rüzgarda, öz gürlükte hürlemekte… Özlem artık sadece kelamlarda. Saçların artık sadece parmaklarda…

Ve ben artık kızamıyorum kendime…

17 Mart 2015

Yollar Korkakmış, Ben Fazla Deli...



çukurunu bulmuş bir deniz var, bense dibini kazımış bir tencere misali…
gözlerim egona giydirilmiş elbise, ellerim boynuna geçirilmiş ilmik, kollarım elsiz kalmış sevgin…
havada nefesin var, koklayamıyorum… başka evrende gülüşlerimiz hâlâ saklı, kulaklıkla dinliyorum her gece sabah olmadan önceki vakitlerde…
gidemesem de kalamıyorum gömlek yakalarında… ütüsüz ceketinin sağ cebinde gizlenmiş folyo kağıtlarıyla kesiyorum bileklerimi…
fonda sessiz eller, güzergâh Erzurum’u Ankara’ya bağlayan karayolları… bilmem kaç saatlerce sürecek yolculuk hali. o sıralarda abime aşıktım, fazla erkekçeydim… içimdeki masalın olmayacağına inandırmaktaydım kendimi nerden bilebilirdim masalın 25’ten sonra yaşanacağını… gitar ağlarken ben daha çok inanırdım kendime…
sonra hep daha çok yıktılar pamuk şekerinden yaptığım evimi. en çok ilk evim yuvamdı… sonrası misafirhaneler…
ayaklarım hâlâ küçük, yazılarım hâlâ haddinden fazla kapalı… görünen anlaşılan değil, yaşanan istenilen değil burada…
aklında bulunsun, içten olmayan şiirlerin fazla endişeli… korkma onları da kaybetmeyeceksin… sevgimden korkan adamlarla çevrili etrafım… en çok da sen… senden sonra “sen de gideceksin nasılsa bu sebeple çok sevmekten korkuyorum seni” dedi erkek kardeşim… dememeliydi… denmez çünkü….
Sevmek için hiçbir şeye gerek yoktur, sadece sevmesini bilen bir hafızadan gayrı… Sizde de mevcut garantiniz benim…

10 Mart 2015

Kimliksiz Kişili



Her gün olay mahallindeyim. Her sabah “olay yeri girilmez” şeridini kaldırıp ellerimle bir yasağı çiğneyerek adımlıyorum basamakları… 
Uzun zamandır sen gittikten sonra senin içtiğin bardaktan çay içmedim… En büyük çaysızlığı o anda dindirirdim…
Kurumuş, yazamamış kadın bu gece misafirim… Halbuki ne sözler eder onun dilleri… be adam biz bu gece çayda bardağı soğuttuk… Fark ettim ki nasıl sevmişim seni…
Yıldırımlarda çarpık olmaktasın, neticede gideceksen durmayacaksın… 
Dur çaydanlık soğudu, şeker erimeyecek, çay kaşığı sararmış hadsizce…
Biz hörgüç sevicileri develer diyarından göç ediyoruz…
Akılda takılı kalan kabuk kelimeler, küçük ellerde ufalanıyor, anlamadın sen beni…
Kumlu birikintiler hikayelerini paylaşmadı patikli ayaklarımla… Ben Veda Umay sen Hikmet İnceişler, bu sevdalar zor… Boyumuzun ölçüsü bir karış bile edememişken tüm masalları tüketmişiz fenalıklarda…
Hangi kibritin çakımıyız biz? 
Düşün taşın ben bıraktığın yerin köşesindeki parktayım…

8 Mart 2015

Kibritli Kadın


Kibrit tutuşturdum bu gece seni düşündüğümde… Çakmağı terk ettim, modernizmi eskiliğe kıydırmadım eski olanı yeniden çağırdım… Gerilik senin iliklerin, anlaşılmayan, anlamlandıramadığın
Kuruduk inattan bu iki insan sıcaklığında… Kibritler küçülmüş odun tadında… Sen baharatlı kokular taşırken ruhunda çürümüşlük sinmiş ellerine… Yenmiş tırnaklar uzamış göğüslerimde… Saçlar kırılmış sayfaların kopya kağıtlarında… Tunus’a çağırmıştın geçen sene beni bu aralıkta… Davetine niteliksiz icabet mümkünsüzlerin nicelikli adımlarıdır… Yapma, yakma kibritleri çakmakların yapmacık ateşleriyle… Gecenin sonları sigaranın sonları gibi tatlı geçmez bende… Gözler yanar kırmızı karalıkta… Sen sabah mavisi şeffaflığında… Hamursuz maya yaşayamaz unluklarda… Savur rüzgarların kumulsu esintilerine turunculuğumu… Üçüncü şahsın yalnızlığında çekimlensin adlarımız… Adaylığımız düşsün aşkın sıralamasından… Tuvaller yüzünün yanan buzunu nasıl yansıtsın… Mor ve siyah nasıl doğursun maviyi?.. Sual cevapsızlıkta, cevap kapı eşiğinde, merdiven altındaki balık kokan sokakta… Kılıfsız duygular kınlardaki tırnaklarda… Haberin olsun parksızlık bizi cezbedemez; masalar kırık beyazda, kumarhane yeşilinde nefes alamaz…

7 Mart 2015

saniyeler leylak...



yudum yudum içilen günle başladım bugüne… diyor ki dönüyorum plaklar gibi… ya bozuk saatlerin kaderi ne olacak… işte ben o'yum… günde iki kez doğru vakti yaşatan bozuk saatler… ben bir kez gösterdim doğruluğun işaretini… masal bitti, geçiyor içimdeki garlardan hep…sonra her zaman yaptığım gibi leylak kelimesini tekrarlıyorum durmadan…. leylak, leylak, leylak, leylak leylak leylak lak lak lak lakley, lak lak lak leylak, lak lak lak…. tıpkı tik tak tik tak tik tak gibi… saniyeler leylak…
oturduğum tahta masadan atsam kendimi çimenler sarar beni, dizler çamur, hayat devam… yani olmaz bir bok… anladım ben binlerce kez bu sicimli ipi…
wittgenstein'ın metresi yoldaşım olur, arabayla dolaşırız tüm ırmakları… sahi sen hâlâ kurumadın mı? gördüm yaralarla yaşıyorsun… görenler kendi kendine konuşuyordu geçen caddede diyorlar… o hep konuşurdu, demiyorum… susuyorum… susmak kader oldu biraz… bende… çocuk bahçesinden daha yeni çıkmışken ruhum yine yaralandı bile diyemiyorum… çocuklar hep güler, ağlamaları sahte, gülmeleri gerçektir… benimse her şey sahtelikte varlık edinmiş bir dünya ellerimde…. 
tırnak tiplerim çok acı yemiş gibi yanıyor, toprak parçalarını kapatamıyor koyu renk boyalar… burnumun bir yanında taşıdığım ağaç, dallanmış bu sabah fark ettim…çiçek açan bir ağaç değil benimkisi, bahar bana gelmedi…
çay istiyor canım bu sabah, ben bir sigara nefesleniyorum… “aaaah ah aaaaaah ahhh” diye bağırmak istiyorum, haykırıyorum… ve normalleşiyorum…
anahtarlarını kaybetmiş kilit dolaşıyor ortalarda, sen hâlâ uykuda… kağıtlar beni beklemekte… bu biraz balık değil, balıklama; aşk değil, aşklama; özlem değil, özlemeklik; saymak değil, sayıklamak; demek değil, demeklik; susmak değil, susmaklık… 
dün küçük taş bir kulübede bir fanus içinde yaşayan mavi bir balıkla tanıştım… yakınlardaki bir nehirden az önce kaçmış sığınmış o fanusa… fısıldıyor bana, “canavar uzak nehirlerde…”… yaşıyor mu o? diye şaşırsamda, canavar her daim yaşamaklık olduğunu kanıtlıyor, mavi balığın gözlerinde… 
bacaklarım titriyor tomurcuklu çayın bardak gölgesinde, durdurmak istemiyorum hiç…
bir çay daha içmem, sigara nefesleneyim ben…
özetle bunlar hep gitmeklik, “bir sarhoş balık olsam kırılan kadehlerde” şarkısı çalıyor işte o saniyede… bu yeni bir şarkı piyasalarda… dinle bak seveceksin sende…

4 Mart 2015

Kurmaca


Suyun karşı kıyısı ne çöl ne de vahaydı… Yapraklar savrulmazken kumlar hışırdamaktaydı… Adam ayaklarındaki yosunsuzluktan habersiz dalarken ırmağa, kadın öylece duraklamaktaydı… Yanına varsa adam kadının kusarcasına konuşacak yanan canını kadınınkiyle daha çok yakacak ne kül olacak ne de diri kalabilecekti… Kadın dirimini zaten razılıkla sağlayabildiği için adamın can acısı için yanacaktı… 
Hep mi yarım yamalak yaramış bir hayat sürecekti vahasız çöllerde… İşte tam bu zamansızlıkta adam dokunmuştu çürümüş tenine… O an yaraları iyileşmiş ve tamlaşmış ruhu ellerini hissetmeye başlamıştı…
Saç dipleri artık acımıyor, tırnakları kırılmıyor, ruhu bıçaklanmıyordu…
Hırlarcasına sesli nefes alıp veren bu adam canının ölümlüsü olmaya ne de sevdalıydı…
Gerçek miydi bu? Her şey bir anda böylesine böylece nasıl da değişirdi, kendine biçilen kader yolunu kaybedip yaşanan yeşile bürünebilir miydi? Var olsa bile böyle bir durum, buna nasıl alışırdı?…
Ruhu kıvanmakta, bedeni uçmakta, ses telleri duymakta, kulakları koklamakta, dilleri seslenmekteydi mucizeyi…
Yumurtadan çıkan ateş şimdi ısıtmaktaydı kelebekleri… Kelebekler hala var mıydı midede?… Yaşamın akrebi aşkın yelkovanının üstüne gelince durakladı ve çanlar çaldı… Saat tam 12'ydi… Gece gündüzü sevmeye başlamış, güneş ayı görmüş ilk kez, kızıllığı turuncunun sarısından morlaşmış caddeler daha bir arnavut kaldırım tadına bürünmüştü…
Kadın artık adamla vardı, adam şairini bulmuş bir bilgeydi daha en başta…
Geriye kalan tek şey yaşanıp artırmak, ölüp çoğaltmaktı…
Yapılabilirdi…
Yapılmalıydı…
Ve yapacaklardı nihayetinde…

25 Şubat 2015

Katledilene İhanetler...


Siyah saçlar sadece onun mu sanırsın? Yanılırsın… Kadınlığın kisvesinde insansın da bunu anlayan insan sayısı yine azdır…İnsan bir ırk değil, bir varlıktır. Var oluş meselesi… 
Kadınlıktan mı dirildi? Dünya bir buhar kütlesi değil miydi en en en başlarda… Bize yalan mı söylendi? Doğrular ne zamana ait denmeli iki dudak arasında… İki dudak yakıldı saçlarla birlikte… Gözler ağlayamadı, diller söyleyemedi… Kollar şeriatın belirlediği kanunlar tarafından değil, yaratılan ibretlikler tarafından budandı… Özge’dir can’lar kadınlarda… Kadınlar başka ruhların canlarını taşırlar… Yanında yatan adamın nefesinin kesilmesini istercesine severler… Bunu anlayamazsınız. Bunu yazdım da çözdüm mü sandınız? Yine yanıldınız… Aşkın en güzeli, aşkla verendir… Becerebilen çok azdır… Şairler bile bazen beceremezler… Sevdiklerini sanıp öldürebilirler… Sen hiç bir şair tarafından öldürüldün mü? Celladına aşık oldun mu? 
Ben hissedemeyen kadın ütopyası üyesi… Kayıt numaram 771987… Sicilim oldukça bozuk, adaletten yargılı, imandan defolu… Saçlarına sahip çıkamayan kadınlar bu ütopyada yakılır… Ben külüm, ve anka değilim o başka masalda burada masal yaşandı ve bitti… Masal bir kereymiş buna kanımla inandım… Yaşanmışlık ve kavuşmaklık yokmuş… Kötüleri budadım bir tek geriye ben kötü kaldım… Kendime çare bulamadım… Giyotini olan var mı? Ötenazi hakkı elimden alındı… Olsa da vermezsiniz sadece kolumu bacağımı budar, kafamı bırakırsınız… Pamuk ellerim o halde makas olur severken biçer, bilmezsiniz… Ben severken öldürmüş bir katilim… Cehennem adresim… Bunun daha kötüsü, araf… Belki de cehennemim… Sen cehennemdeki obruklar ben su damlası… Tersine çarklar öğütülmez, bu ölüm… Var olmamış nefis yoktur… Yok edilemeyen nefis her yerde… Bugün dedim daha bekleyiş bir durumdur ve alışkanlık hali… Gerisi olmayan bu cümle tıkandı gecenin kanırtık kanlı yatağında… Yani demem şu ki pervane olmaktan ateş olmaya geçmek zordur… Pervaneyken de ölürsünüz ateşe geçerken de… Siz ölüsünüz bayım… Anlayamazsınız…

19 Şubat 2015