9 Nisan 2015 Perşembe

Ansıma



Seninle dudaklarımız savaşırken dişlerimizin çarpışması, iki kemiğin verdiği tını, dünyanın sekizinci senfonisiydi. 
Tüm utangaçlığımı sıyırır atardım, yılanın acımadan ardında bıraktığı deri gibi her şey ve hiç-kimse kalıverirdi duldamda. 
Utangaçlığımı sezip de gidersin diye korkumdan titreyemezdim. Sen sadece bir haz değil, duadaki huzurdun.
İçimi içimi ısırırdım boynumdan her uçuşunda. Titrememek için daha sıkı sarılırdım sana. 
O an uçurumdan kendini salındıran şelale gibi çırılçıplak ve özgür olurdum. Hürün özgürlüğü var oluş kavgasını kazanır, dizlerime eğilirdi. 
Taş yolun taşlarını seke seke aşar, şehrin - ki ben hep Ankara’daydım o dakikalarda -  ayazını içimize çeker, bir fıskiyenin sularında çocuk ruhuyla ıslanırdık.
Zevk, “kâf” la söyle, diş ve dudak arasında daha da bir ezilerek son nefes gibi çıksın dudaklarından taşan zehir o dakikalara dair. Haydi…
Biz iyiydik, Hikmet.
Biz sessizlikte; ama birbirimizde güzeldik.
Şimdi oyuncakları olmayan çocuk dünyası gibi her şeyim renksiz ve yarım. Tahta olanları yaktın, metal olanları attın, dumanı bile tütmeyen bir plastik trene bindin ve gittin.
Ve bu kez ben anladım:
Yolda yaşanan o günün içindeki belirli dakikalarda, biz ayrılarak kavuşmuştuk aslında. Bu, ölümcül vuslatımızın denî yerdeki provasından başka bir şey değildi.
Dişlerimde kraker tadı, dilimde kahve yanığı, ellerimde senin hükmün, önümde koynuna sokulan ferman…
Hadi hayırlı işler!… 

1 Eylül 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder