9 Nisan 2015 Perşembe

Kurmaca


Suyun karşı kıyısı ne çöl ne de vahaydı… Yapraklar savrulmazken kumlar hışırdamaktaydı… Adam ayaklarındaki yosunsuzluktan habersiz dalarken ırmağa, kadın öylece duraklamaktaydı… Yanına varsa adam kadının kusarcasına konuşacak yanan canını kadınınkiyle daha çok yakacak ne kül olacak ne de diri kalabilecekti… Kadın dirimini zaten razılıkla sağlayabildiği için adamın can acısı için yanacaktı… 
Hep mi yarım yamalak yaramış bir hayat sürecekti vahasız çöllerde… İşte tam bu zamansızlıkta adam dokunmuştu çürümüş tenine… O an yaraları iyileşmiş ve tamlaşmış ruhu ellerini hissetmeye başlamıştı…
Saç dipleri artık acımıyor, tırnakları kırılmıyor, ruhu bıçaklanmıyordu…
Hırlarcasına sesli nefes alıp veren bu adam canının ölümlüsü olmaya ne de sevdalıydı…
Gerçek miydi bu? Her şey bir anda böylesine böylece nasıl da değişirdi, kendine biçilen kader yolunu kaybedip yaşanan yeşile bürünebilir miydi? Var olsa bile böyle bir durum, buna nasıl alışırdı?…
Ruhu kıvanmakta, bedeni uçmakta, ses telleri duymakta, kulakları koklamakta, dilleri seslenmekteydi mucizeyi…
Yumurtadan çıkan ateş şimdi ısıtmaktaydı kelebekleri… Kelebekler hala var mıydı midede?… Yaşamın akrebi aşkın yelkovanının üstüne gelince durakladı ve çanlar çaldı… Saat tam 12'ydi… Gece gündüzü sevmeye başlamış, güneş ayı görmüş ilk kez, kızıllığı turuncunun sarısından morlaşmış caddeler daha bir arnavut kaldırım tadına bürünmüştü…
Kadın artık adamla vardı, adam şairini bulmuş bir bilgeydi daha en başta…
Geriye kalan tek şey yaşanıp artırmak, ölüp çoğaltmaktı…
Yapılabilirdi…
Yapılmalıydı…
Ve yapacaklardı nihayetinde…

25 Şubat 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder