9 Nisan 2015 Perşembe

Oysa Tımarhanede Tüm Deliler Sıradandır Dediler Ben de Farkımı Nâmeledim...


                                                                                     11 Ramazân 1435
Sevgili Rahel, bu mektup sana!
Bana Hikmet İnceişler’i anlatır mısın? Şaşırma böyle bir soruyla başladığıma. Aslında sana böyle bir mektup yazmamın şaşkınlığı henüz üzerinde olmalı. Rahel, onu yaşayan benim; ama anlatmanı beklediğim kişi sensin.
Haklısın şaşırmakta.
Okuyacaklarına inanmamakta.
Ama ben, ben artık susamıyorum, sığamıyorum, Rahel…
Hikmet’i iyi tanıyan birine bu satırları yazmak; onunla konuşma isteğimi az da olsa dindirmeyi arzulamanın başka bir göstergesi. Gösterge kelimesi hiç bu kadar yapay ve soğuk gelmemişti. Şu mektubun tüm samimiyetine karşın bu kelime kullanılmamalıydı, ama yine de kabul edebiliriz, anlamı muhafaza ediyor ne de olsa.
Onunla konuşmadığımı mı zannediyorsun. Ama bu denli anlatmam için karşıdaki kişinin dinlemesi gerek. Dinlemeyi bilmesi şart olmalı. Küçümsemeyi ilke edinmiş, küçümseyerek kendini yüceltme yolunu benimsemiş, kendini bu şekilde koruyan adama ne anlatılır. Anlatamıyorum. Olmuyor bu kadar naifliğe nazaran bu kaba sözcükler – az önce “kelime” dedim şimdi sözcük tutarlılık yok bu metinde – yakışmıyor sanki buraya ait değiller gibi. (Neden olmadığını anladım Edvard Grieg ile mektup mu yazılır. Nerde benim Orhan Baba’m dedim ve “Beni Biraz Anlasaydın” eşliğinde yazmaya başladım, evet, şimdi oldu bak.)
Ama; anlatmadan ne masalım masal oluyor ne gerçeğim gerçek.
Eğer şimdi okuyorsan tüm gemiler limandan yol almış demektir. Yakmak işime gelmiyor, yakamıyorum ah bir yakabilsem.
Acı çekiyorum Rahel. Aşk, acıdır zaten desene. Kim mutlu olmuş ki… Bu çok arabesk be.
Tutsak gibi mi hissediyor acaba? “Sabırsız Yürek”teki Toni gibi istemediği, dayatılmış bir aşka mı mahkûm oldu acaba? Acaba acaba acaba acaba? Bir kelimeyi tekrar ve tekrar söyleyince ne çok anlamsızlaşıyor ve ne çok anlam kazanıyor hiç dikkat ettin mi?
Bak sen de kadınsın anlarsın bu sebepten beni. Kadın sevince bambaşka bir varlık haline bürünür. Delicesine sevilen bir adam artık özgürlüğünü kaybetmiş demektir. Çünkü o kadının her zerresinde taşınmaktadır aslında. Ne yürümesine ne yemesine ne içmesine ne düşünmesine gerek vardır. Kadın her eyleminde onu taşımaktadır zaten. Seven kadın sevdiği adamın tüm düşüncelerini, bedenini, hayallerini, saçlarını, ellerini, gözlerini, oturuşunu, yatışını, yürüyüşünü, gecesini, gündüzünü, dağınıklığını, dağılmış yatağını arzular. Hapsolmuş demektir kadının hücrelerine. Artık adam o adam değildir, kadının aynasından yansıyan şekliyle var olmaktadır. İşte bu bir erkeği korkutur Rahel, nasıl korkutur hem de biliyor musun? Fenâ hallerin en fenâsını yaşamaktadır. Ne kadar düşünmek istemese de bundan kaçışı yoktur, o da bilir dönüp dolaşıp bu aşkın pençelerinden kurtulamayacağını.
Bir karar vermek ister, veremez. Kadın hem seven hem sevilen; yani hem âşık hem de mâşuk olmuştur çoktan. Tekillik yoktur artık o da bilir, çoğula çoktan karışmıştır ve yalnızlığı yalnızlık değildir.
İşte ben de hepsi oldum, gönüllüydüm. Budadı. Zorla budamaya çalıştı. Çalışmakta ve başaramamakta.
Hikâyemi örtmek için sürekli cilalasam da yüzey, hep pütür pütür, ince ince kıymıklar görülüyor, inadına inadına çıkıyor.
Söz konusu “o” olunca şu lanet olası konuşmayı seven dilim tutuluyor mesela. Kenetleniyor. Kelimeler kelepçeleniyor. Çıkmıyor. Kanırta kanırta boğazımı kanatsa da bu huyundan vazgeçemiyor.
Ne zaman onun karşısına geçsem susuyorum.
Kayıp bir şair bu hali şöyle anlatıyor:
“Susmak mesele değil. Susar insan. Başka çaresi yoksa susar.  Haksız olduğu için susar bazen. Bazen de haksızlık karşısında susar. Çok konuşmuştur vaktinde o yüzden susar. Ya da hep susmuştur. Üşeniyordur susmaya o yüzden susar. Susmak mesele değil. Ama söyleyeceği şeyler içinden boğazına kadar yükselmişse istediği için değil, mecbur kaldığı için susuyorsa o zaman susmak ızdırâpların en büyüğü olur.  Diline kadar gelen ve dışarı çıkmayan söz, en acı zehir gibi ruhunu yavaş yavaş çürütür.”
Çürüyorum…
Ne zaman “o”nun karşısına geçsem içimdekileri haykırmak, yaptıklarımı savunmadan anlatmak tek derdim. Kocaman, yüreğe sığmakta zorlanan sevgimi bağırmak için geçsem karşısına sesim çıkmıyor ve susuyorum. Kendi hatalarımı dile getirmekte ne kadar cömertsem onun bana hatalarını dile getirmekte toprak gibi oluyorum, daha da ötelere gitmemesi için susuyorum. Ve nihayetinde “anlatılmıyorsa yoktur” cümlesinin karşısında bile çıkmıyor, çıkamıyor sesim.
Bu haksızlık. Hayatının başrolünde değil de ayrıntılarında olmayı istediğin adamdan bu cümleleri duymak çok acı, zehir gibi. Öldürmüyor da…
Yaşamaya devam ediyorsun. Ama her seferinde daha çok eksilerek ve söylenecekler birikerek kalkmak onun karşısından… Delibozuk halimi hırçınlaştırıyor, bereketimi, ona olan şefkatimi yok ediyor. Nasıl şefkat sahibi olmayayım Rahel ona karşı, kadının toprağında vardır şefkat ve merhamet…
“O”nun hayatı artık bir diyalog değil, monolog.
Benimkisi özü ona ait olan monologlardan ibaret.
Sabah beddualarımda gece dualarımda…
Herkes gider. Zamanı gelen gider. Bunu biliyoruz. Bunu sevgili kalbim de biliyor. Ama ben hala apartman boşluğunun gün ışığı görmeyen penceresinde kuş sesleri bekler gibi “o”nu bekliyorum, bir umut.
Foucault’un kendisine sorduğu şu soruyu ben “o” merkezli kendime soruyorum sürekli: “Neden her kişi kendi hayatını bir sanat yapıtına dönüştürmesin? Neden şu ev ya da lamba bir sanat yapıtı olsun da benim hayatım, hayalim olan “o” olmasın?”
Sen de biliyorsun Rahel, iyi ya da kötü yaşam değildir kastettiği. Rezil bir yaşam da sürsek bunu bir sanat eseri haline getirebiliriz. Yeter ki rezilliği bize has, sadece bizim becerebileceğimiz türden bir rezillik olsun.
Belki bu hissiyatı senle paylaşmak da rezilce ama rezil olmam çok mu umrumda sanıyorsun.
“O”nu düşündüğümde ellerim istemsiz saçlarıma gidiyor saçlarımla oynadığımı sanıyor herkes. Nereden bilsinler o an elimde şeffaf bir silah olduğunu. Saçlarımı dalgın dalgın parmaklarımın arasından kaydırırken onun saç değil, indirip kaldırdığım o silahın horozu olduğunu. Bunu anlamalarını beklemem ve istemem de bazen yakalanmışçasına telaşa kapılmam nasıl açıklanır peki? (O kayıp şair de böyle hissediyormuş biliyor musun? Onda da gördüm bu hisleri aynen. Daha önceden yazmıştım aslında bu satırları ben, o yüzden yazmakta sakınca görmüyorum. Bu hali yaşayan herkes ölümü hep yanında taşır zaten.)
O değil de;
-          Rahel, ben onu çok özlüyorum.
O değil de;
-          Rahel, ben onu çok seviyorum.
O değil de;
-          Rahel, ben onun uzağına düştükçe ölüyorum be.
“O”nun bana bakmadığı benim “o”na bakmadığım her an aramızda koskoca bir çatlak beliriveriyor ve biz düşüyoruz. Her seferinde bu çatlak daha da büyüyor ve biz daha derinlere düşüyoruz, çıkmak gittikçe zorlaşıyor. Yusuf’un kuyusu nedir ki…
Sonra ne diyorum kendime biliyor musun? Bir şairden alıntılamayla bunu sen de illa ki bilirsin:
(İşte bu bir monolog örneğidir.)
-          Hep “o”nu düşün
-          Hep “o”nu yaşat
-          Hep “o”nu yıka
-          “O”nu doyur üç öğün
-          “O”nu bir kanım uyut, sonra uyandır
-          Lokman hekim “o”nu sev diyor bana.
-          “O”nu sevmeseydim ilkbaharı kodunsa bul.
-          İstanbul’u geç, iz bıraktığım bana iz bırakmış hiçbir şehir yok bu yeryüzünde.
-          Umut diye bir şey yoktu ki ben onu sevmeseydim.
-          Hak, hukuk, bereket diye
-          Eşitlik, hürriyet, kardeşlik diye bir şey yoktu ki.
-          Yüreğime sağlık ne iyi ettim!
Bana bir keresinde dedi ki: “İnsanlık tarihini düşündüğünde senin bu hissettiklerin ne ki” tam da bir ambulans (biliyor musun Rahel, ambulansın siren sesinden çok korkuyor dayanamayıp odadan kaçıyor, uzağa gidiyor, şahit oldum buna… Nelerine şahit olmadım ki…) canhıraş bağırışlarla Sahra’ya her gelişimde sığındığım, hep aynı müzikleri çalan, küçük salaş mekânın yolu üzerinden geçerken, aklıma takılıyor bu cümle. Hak vermeden duramıyorum. Ama gücenmeden de edemiyorum.
Sonra bir buçuk ay önce çalışmaya başlamış garson kızı (çöl kızı edâsı yok; küçük, minik ve dayanıksız. Ne kadar katlanır bilinmez.) bekliyorum, bir çay istemek için. Sigarama yârenlik etmesi tüm isteğim. O bari yalnız kalmasın yalnızlığım ve yalınlığım kokan bu satırları sana bildirirken.
Bu yürek daha “o”nu tanımadan, “o”nunla karşılaşmadan “o”nu seveceğini biliyordu. Maden kadar karanlık ve derin yüreğini keşfetmeden sevmeye başladı bu yürek “o”nu.
“O”, Edinburgh’e  gelmeden sevdim ben “o”nu. “o”nu yazılarından dinledim kendisinden dinlemeden önce. Çocukluğundaki Ayla’yı, Orhan’ı ve daha kimleri kimleri…  İnternet kafedeki bilgisayar oyunlarındaki yenilgisizliğini. “O” gelmeden bildim ben mavi bisikletini.  “O” gelmeden tanıştım ben Hayta Ö. (bunu sana anlatamam Hayta Ö. onunla aramızdaki bağı kuran adam aslında, dillendirirsem sonsuza dek kaybolabiliriz) ile.
Ben bunları anlatamayışımla kıvranırken o inatla bana “hepsi doğru, aşk yalan” diyor. Bu bana yapılan zulüm değil de nedir? Bana yapılan bu haksızlık mezalim değil de nedir? Ya da zamanlarca yaşadığımız neydi? Yalan asla değil, yetinememek, kayıp olabilir belki ama yalan ya da yanlış değil.
Ben bunları paslı demirlere, balköpüğü duvarlara, cılk yumurtaya, yedi düvele, gelmiş geçmiş sultanlara, başaklanmış yulafa, çiçeklenmiş ağaçlara, çatlayan mutfak taburelerine; hatta şu anda sallanan masaya anlatıyorum, anlatmaktayım.
Nasıl anlatsam ki?
Bak şöyle deneyeyim bir de:
Hamile bir kadın mı bilir anneliğin ne olduğunu yoksa bir jinekolog mu? Dünyanın bütün ebelerini doğum uzmanlarını toplasan da bir tane “annelik tecrübesi” eder mi bildikleri? Yaşanmayan bilgi nasıl diyeyim malumattır. Vardır, gereklidir. Ama bir çeşme fotoğrafı gibidir. O çeşmenin altına yatıp kana kana su içen mi bilir kaynak suyunun ne olduğunu yoksa laboratuvarda kalsiyumunu, magnezyumunu ölçen kimyacı mı? Bu hisler için sanat, felsefe ve inanç ortak bölgede birleşse de yetersizdir. En azından olanı olduğu gibi anlatmakta. Ben içimdeki ‘ilahi aşk’ı beşere – “o”na – yansıttım be Rahel. Hem sevdim hem korktum, korkarak sevdim. Filan asırda filan yerdeki kadı şu cezayı verdi, cümlesi hayrette bıraksa da imana erdiremez değil mi?
Bir eseri bile elimize aldığımızda şu soruları sorarız kendimize: “Neyi savunmuş? / Neyi keşfetmiş? / Hangi kelimeleri kullanmış? / Bugün işimize yarar ne var bu eserde?”
Hep bir beklenti değil mi?
Halbuki anlamayı aşmak ve içinde hissetmeye başlamak zordur, bir anda olmaz. Ben artık “o”nda öyle bir mertebeye geldim ki “o”nu anlamayı aştım ve içimde hissetmeye başladım. Aslına bakarsan artık derdim “o”nu da anlamak değil, sadece hissetmek.
Rahel,
Uçuruma düşmekten değil, kendimi uçuruma atmaktan korkuyorum. Bu korku objesi olmayan bir korku. Örümcek korkusu, köpek korkusu gibi bir korku değil, bu çok derin bir korku.
Dedim ya korkarak seviyorum “o”nu. “O”na vadettiğim aslında birlikte var olmak değil, birlikte ölmek. Çünkü ölmek yaşamaktan daha gerçek geliyor bana. Bu yaşadığım aşkta bir yırtılma noktasıdır. Tıpkı insanın çoklu yapısını idrâk etmesiyle sonlu, ölümlü; hayvani varlığı ile sonsuz, mutlak, ölümsüz varlık arasındaki uçurumu özgürleşerek yırtılma noktasına erişmesi gibi.
Korkuttu mu seni? Seni korkuttuysa şayet, “o”na nasıl hissettirir, beni nasıl hayatta tutar?
İşte şimdi daha iyi anlayabilirsin başta zikrettiğim uçurum meselesini.
Bu durum var olmanın var olamama zorunluluğudur biraz Rahel. Aslında bu kadar sayfada ben sana bu patikanın hiç bulunmaz olduğunu söylüyorum da kendim inanamıyorum nedense?
Sartre de der: “Aşk, iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba, çünkü her insan kendi bilincine mahkûmdur.” Boşa çaba değil de nedir benimki? Öylesine cisimsiz ve kütlesiz oldu ki, öylesine salt düşünceye büründü ki kimseye kalmadığı gibi bana da kalmadı, yer bırakmadı. Zalimliğini görmez oldu, bunu “özgür birey” mefhumuna gizledi. En acısı da yalnızlığı kibir kokar oldu.
Yapılanı haksızlık olarak nitelendirdim en başında “nasıl görmez”di benim deli divane, başıbozuk sevgimi. Ama yine de hiç isyân etmedim biliyor musun? Hep şükre sığındım, dualarıma sığdırdım “o”nu sürekli.   
Nasıl kırıldığımı, “o”nun tarafından nasıl hırpalandığımı anlatmayacağım sana. Acındırmak değil, ama sığınmak istemiyorum yine de kırgın anıların ardına, onun yerine  “o”nun ayrıntılarına sığınmak daha güzel, daha güvenli, daha az riyakâr.
“O”, kendini yüceltmeyi, kendini diğerlerinden sıyırmayı her şeyi küçümsemede bulurken ben inatla sevmede buldum.
Yani:
“…Sensin bana 
Sanki kendimden bana
İçimden tüten…”
Vazgeçiş nasıl mümkün ki Rahel? Bulutlar fenâ bir şekilde birikmekte.
“O” inatla reddedişi kabullenirken ben, varlığında var olmayı göze alan bir varlık haline geldim. Bu aslında muhtaç olma meselesi filan değil, bu daha derin bir mevzuu. Hikmet İnceişler, çok derinlerde Rahel.
Adını bile zikrettiğim de (ki şu an fark ettiysen mektup boyunca çok az geçti adı) ben daha derin bir nefes alma gereği duyuyorum. Normal süreli bir nefes adını zikretmem de yeterli ve yardımcı olmuyor.
Şunu sormadan edemiyorum kendime: kanser olsam her şey geçer mi? (Onun da böyle hissettiğinden eminim. Kıyamet kopsun istiyoruz biz, intihar ki imkânsız.)
Ölüm çare gibi geliyor da ölemiyor bile insan.
Olmuyor işte. Ne kadar anlatmaya çabalasam da anlatmaya yeterli değil sözceler.
Kendin söyleyip kendin dinlemen yetmiyor Rahel, yani artık yetmiyor. Nereye kadar dayanılır bu zulme?
Yanımda olsa kucaklardım, hem onu hem dünyayı, belki yaşardım o zaman.
İçimde boşluğu artan bir şelale Hikmet İnceişler.
“O”, bana bencilliği dayattıkça ben sevmeyi tercih ettim ve sanırım yanlış bir karardı. Yanlış bir seçimdi. Ama dedim ya “ne iyi ettim” demekten cayamıyorum.
Yan masada bir çift var, birbirlerine kendilerini anlatıyorlar. Kızın ikiz abileri varmış. Oğlan heyecanla onları tanımak istediğini söylüyor, sesindeki titremeden biraz da korktuğunu hiç zorlanmadan anlayabilirsin. Kendilerini anlatmayı erteliyorlar belli. Sona saklıyorlar öz benliklerini. Kız ne anlatsa oğlan doğruluyor. Kabullenmese de haklı buluyor. Ürkütmekten korkuyor belli ki. Sonra kızın kapattığı fincanı eline alıp kendi derdini fal aracılığıyla anlatmayı planlıyor.
Biz onunla birbirimizi hiç böyle bir kurmaca oluşturma gereği duymadan tanımaya çalıştık. Bizde kurmaca hiç olmadı. Her şey öylesine sahici, her şey öylesine içtendi ki… Sonra ne oldu bilmiyorum, bilemiyorum.
İnan kendimi kandırmıyorum en derinlerde hissedersin ya ”o” artık derinlerde bir his ve sadece bir his. His. His. His. His…
Sonra yan masadaki kız diyor ki oğlana: “Korkma, korkma korurum ben seni.” İşte ben de kurmuştum (di’li geçmiş zaman can acıtırmış meğer, bu cümleden sonra anladım) ona böyle bir cümle. Ben onun kabullenemediklerini bile sahiplendim. “O”nu yokluğundan, eksikliğinden, yoksunluğundan korumaya nasıl gönüllü oldum biliyor musun? (hem de cesaretsizliğimi saklayarak)– bilemezsin inan, tahmin bile edemezsin. Ki “o” bile boyutunu kavrayamazken…
Bu aşkın şefkati az. Bu sefer zor. Bu sefer kolpa.
Bazen düşünüyorum bu sitem bile fazla.
Birilerine üstü kapalı anlatmaya çalıştım, “daha nasıl seversin, daha çok seversin” dediler bana. Sonra bundan da vazgeçtim. Anlamıyorlardı ki. Benim aradığımın değer bulma telaşı olmadığını, aradığımın başlı başına bir değer olduğunu nasıl anlayabilirlerdi ki…
Bir daha vaktim olur mu hesabına girişmedim hiç. Göz göze dokunabildiği kadar dokunmalı dedim ve içime çekebildiğim kadar çektim bezgin bakışlarını…
“O”ndan tüm beklentim şudur: saçlarımla yıkamak istedim sabahları yüzünü.
Çok mu?
Az mı?
Fazla mı çok?
Yok kadar az mı?
Artık soyutken somutuz, masalken gerçeğiz, varlıkken nesneyiz.
Salt düşünce karşısında düşünce-eylem bağı nasıl ayak direr?
Tüm lafzları çarpıp bölsem onu nasıl tanımlarım bilir misin? – Fuzulî ile lastik topu bir araya getirecek kadar deli-başıbozuk, pasaklı-temiz adam.
Böyle böyle işte…
Şimdi aslında aramızda bir şey yok (desem de inanma)
Sadece
Uzaktan sevişiyoruz…
Hikmet İnceişler’e Dipnot:
Sen de hâlâ bulutlar birikiyor mu bilemiyorum, ama ben de fenâlar… Fenâlardayım…Her şey ihtimal dahilinde. Devrim bile bir zamanlar ihtimaldi ve güzeldi. Ben bereketin değil, ama açlığın, savrukluğun, avutmanın, affetmenin, deliliğin tanrıçasıyım… Hiç sonunu düşünmeden delicesine bir insan tarafından korundun mu? Hiç sığınamadın mı bir insana sorgusuz sualsiz? Seni her halinle kabul eden, her haline katlanabilen biri var mı ki? Bana soracak olursan bu soruları, şayet yok… Aslına bakacak olursan ben sana da sığınmıyorum ki nasıl sığınayım… Sanki hep yarım kaldım. Hiç tam doymadım, tam ağlamadım, tam hissetmedim, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bir bıçakla ruhum tam ortadan ikiye ayrıldı… Ruhuma bir yaşamı yakıştıramadım, açım yani yaşamaya… Yazılarında buldum biraz yaşam kırıntısını… Dünyadaki varoluşumun bu kadar dert olacağını nereden bilebilirdim… Yirmi altı yaşına vardığımda adımı, kalıbımı, rotamı nasıl ve ne şekilde elden çıkardım bilemiyorum, ama dağıldım işte… Belki de haddinden fazla sarf ettiğim yaşama çabası bu denli hırpaladı üstümü başımı, kafamı, gözümü… Ve sonra anladım her yaşın ayrı bir güzelliğinin olmadığını… Bunun nasıl bir nimet olduğunu yokluğunu yaşadığın için iyi bilirsin… Tüm içtenliğimle, sevgimle buradayım… Beni kabul edemez misin? Bırak artık şu "hayal kırıklığı” kelâmını adımın her geçişinde kurduğun… Aksi olamaz mı?
                                                 En derin umduklarım ve ummadıklarımla
                                                 Rahel…    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder