9 Nisan 2015 Perşembe

Sürgündeki Arzuhâlci

güneşin sıcaklığıyla eriyen renkler, bulutların yağmur taşıyan rüzgarıyla koyulaşıyordu… rahmim çocuk doğurmak istercesine ağrıyordu… 
ela gözlerimin yeşil helezonları kıpırdayarak inadımı suluyordu… 
bir kulağı ötekine sağır, bilimsel ve ağırbaşlı gizli sevgimizi saklamak isteyen upusul parmak uçlarım kırçıllaşmış saçlarımın övüncü olmuş gibi uyuşuk bir şekilde rüzgara karşı durmaktaydı… üfleyen rüzgarı bir tren gibi arkama almaktansa hep ona karşı yürümeyi marifet sanmış dimağım yıldızlar gibi uzaklaşmış…
acı bir hikayeyi anlatırken de insan zevk alabilir…. ne kadar büyük dert çekiyor ve anlatıyorsan o kadar büyük dertlere de gebe kalıyorsun… karar verdim sınıfsal göreneğimizi seyre dalınca anladığımı anlatmamak için çabalamaya… 
biliyor musun, konuşan bir kediyle evimi paylaşıyorum adı: mestan… evde kimse kalmayınca başlıyor seslenmeye… kapıya kilit vurduğumda duydum bu sabah kalından tiz sesini… ben de giderayak ona benziyorum; insanlar yokken konuşmak artık daha büyük tat veriyor… sen bana düşman içinde donuk bakışlarla, sert seslerle seslendiğinde ne kadar doğru yolda olduğumu bir kez daha anlamlandırıyorum…
pirelerden deve yapıp dilsiz baykuşun sırtına bindirip yola koyduğumda kendimi, azığımı unuttuğumu fark ediyorum
kollarım dik ve titrek olmayan sol elimle - sağ elim son zamanlarda daha titrek - atölyede karaların kalemini aklarken  hocadan öğreniyorum sabrın zorluğunu…akşam dönerken kaldırımların daha yorgun olduğunu hissediyorum ağrıyan kollarımın altından geçip giderken… artık çığlık atamıyorum…
+vali konağı’ndan geçiyor mu?
- geçmez…
orası eski muhitim değil miydi, diyorum sonrasında kendime… ve vapurla gidiyorum eve… havalar güzelleşiyor ne de olsa… martılar artık saat 1:20′yi beklemiyor havalanmak için… 
neredeysen gel artık… konuş benimle çatlat benim bu inançlı dillerimi… artık bir sana konuşmak istiyorum, sadece sana… sanki bir yerlerden tanıdık olan tadını dök dillerine ve konuş…
huzur kaymasın artık ayaklarımızın altından…
dünya senle sürgünleşsin…
ve sürgün sona ersin…
çok şey istemiyorum, biliyorsun…
iki çay içeriz, benimki şekersiz… senin nasıl içtiğini daha bilemiyorum; ama öğrenirim..
korkma tüm çay bahçeleri o an bizim…
sen gel yeter ki…
uzak mı yollar dersin?
hangi gezegenin kayığındasın onu bildir, tanıt artık zihnini bana… Bilinmez zamanlarımın bilinmez yâri…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder