29 Mayıs 2015 Cuma

Aracı İki... Mesafesiz Sıfır

Yokuş yukarı iken ben, yokuş aşağı inmem gerektiğini söyledin. Ben fazla çevreye maruzdum kanım, duyamadı kulaklarım bakışlarını. Gözlerim, beyaz gömleğinde patlayan kara sakallardaydı halbuki...

Alnının genişliği bilgeliğinin habercisi sanki... Bu akşam sokaktaki tahta masada dost meclisini kurmuş otururken bir rakı eksikti bir de sen... Tanış etmek istedim seni oradakilere... Gece boyu Birhan dedik, İsmet dedik, Didem dedik, Cemal, Edip, Turgut, Cahit, Erdem ve Bejan dedik de ruhumu tellendiren 21. yüzyıl divan şairi hasarlı Esmer demedik bir...

Bu kelamlar aklımda çınladığında rakam olan bir çıktı kendinden sıfır her şeyiyle anlamlaştı...

Ve diyemedikçe bir sigara nefeslendim, her nefesle birlikte en az iki kere yutkundum...

İki aramızdaki sağaltıcı sayı... Ben dünyaya iki zaman önce geldim diye şimdi senden daha çok görmüş ve elemiş mi oluyorum? Rakamlar ne ara önemli oldu eklemlerde yer alan sıvı miktarı söz konusu olmadıkça..

Rakam 20 yuvarlak sigaraydı bugün senin elinin değmesiyle eksilmeyen nihayetinde artan... Elin çekinmesin artık söz konusu benim saçlarım olduğunda, ellerim artık tutulmasın söz konusu omuzların olduğunda...

Masadaki genç adam İnşirah suresini manalarken ben, mine çiçeklerini saksıya ektiğimde kırmızının albenisini, turuncunun eksikliğini, morun dengesini yâd ettiğimi ansıdım...
Ve "dünya boktan, sen tamsın kurduğun cümle eksik." dedim. Bunu tükürürcesine değil de, ağzıma alıp emdiğim bir akide şeker tadında, içime damlayarak fısıldadım... Sonra başımı kaldırıp "sen kimsin, be adam?" demek istedim... Ama sana gecelik bir vakitte ulaşamadım, olsun diyip uçuk mavi olan geceliğimi giydim ve balkona çıkıp beş kat aşağıya ekmek kırıntılarını saldım.

Elini yüzüme sürsen ateşin korluğunu değil, sevmenin ibadetini doğuracak kıvrımlı parmakların... Böylece kazıların soğukluğu ah'ların dallarında sönecek, kuşluk vakti serçelenecek...

Bana belki de Tanrı'nın önüme bir ekmek nimetliğinde sunduğu en somun bilmecesisin...

Kaynayan tencere sıcaklığındaki içim, kalemimin bekçisi olmuşken her demde oynamadı her ben diyene... Nedenli, niçinli sorularla gelme bundan ötürü. Dizlerimin dibine gelirsen sebepsizliğin kabulüyle gel...

Şu saatlerde aç olan karnım kedimin uykulu bakışlarında hissedilirken kireçlenmeye aday parmaklarım, durmadan dikte etmekte gözünün altında kabarmış damarın soluğunu...

Velhasıl o cam indiyse aşağı, dudaklar dediyse bir kere en içten "merhaba", çekip sağa adımları, elleri değdirmeli alındaki çizgilere...

Artık iç sesim dalgalansa da aralanan dolap kapaklarında, dolup boşalan çay bardaklarını demleyesim var, bir pilav buhurdanlığında...

Ve itiraf tedavülden kalktı, fısıl fısıl kaynamakta bebek diller, martı homurtuları çıkarmakta yalnızlık... Nihayetinde her şey temsili değil, fazlasıyla ışıklı!

Karar 3: Acemi olsa da tay tay emeklemeli bu hisler... Ne diyelim bükülmesin boyunlar, sökülmesin eller...

26 Mayıs 2015 Salı

Kakaolu Rüyâ

Birileri de hikâyesi olmayanların hikâyesini anlatsın. Bu gece ben çikolatadan iki oyuncağın hikâyesini anlatmak istiyorum. Belki bazılarınız bakınca onu da göremezler ya onları körebeye dahil etmiyorum. Evet biz burada toplandık körebe oynuyoruz. Gözlerimizi kapattık tüm sevmeleri, tüm güzellikleri, tüm gerçekleri yalanlarla, yanlışlarla, bahanelerle değiştirip görmeden körebecilik oynuyoruz, daha doğrusu etiği kör ettik, ebeyi de yok saymaya başladık; sadece kör'leşerek devam ediyoruz.

Neyse dert tasa bir yana diyelim ve çikolata dükkanının vitrinini süsleyen bu iki çikolatadan oyuncağın hikayesine geçelim:

Kırmızı elbisesini daha o gün ilk kez giymişti Isabel, siyah kuşak içindeki sıkıntıdan mütevellid değil, çok daha basit bir sebepten ötürü seçilmişti; kırmızı-siyah uyumu... Sahi kırmızı gibi tutkulu bir renk neden meftundur kara siyaha? (Soruyu duyunca gülmeden edemedim ve ey Zeberced böyle mesnedsiz soruları soracağına git aynada kendi adını sayıkla da azıcık daha gerçeğe bulan.)

Dante, annesinin yeni diktiği sarı-siyah çizgili gömleğini Isabel için giymişti. Sarı, en sevdiğiydi Isabel'in. Ve Dante, bundan cesaret almıyor değildi. Almasına alıyordu da söze nasıl başlamalıydı? İşte o tam bir muamma idi. "Biliyor musun, kakao bundan tam bin yıl önce yağmur ormanlarında maymunlar tarafından bulunmuş"diye çikolatanın tarihinden, insanlık tarihine geçiş yapmak istese vakitlerden vakit beğenmekti ki Isabel güneşte bu kadarına dayanamazdı. Dante, o gün paketlenip ağızları tatlandırmaya gitmeden önce çok az bir vakti olduğunun farkındaydı. Kısa da olsa varlığını yaşadığı Isabel'i hissetmek yetecekti. 

Geçenlerde dükkâna gelen Marquis de Sade adlı Fransız gezginin Juliette adlı yanındaki kıza bir çikolatanın aşk ve ölüm birleşmesinin sembolü olduğunu anlatırken ellerinin kızın narin ellerini kavramaktan hiç vazgeçmeyişini ve kızın da o dokunuşa karşılık tüm sihri gözlerindeki ışıltıyla yansıttığını temaşa etmişti. Bu Dante'nin izlediği en büyülü sihirdi. O an anlamıştı kelimelere sığmayan duyguların bir dokunuşla tufana dönüştüğünü. Ve o an kararını vermişti, Isabel'e sadece ellerini uzatacak ve ağzına bir tutam kendinden ikram edecekti. Böylece sihri sihirlenecek, aşk ve ölüm içlerinde filizlenecekti. 

Dante, gömleğinden bir parça Isabel'e; İsabel kuşağından bir tutam Dante'ye sundu, aşk aşklandı, son sonlandı.

Tadında bırakmak nâmına hikâyeyi uzatmak, kesip biçmek, oyup içselleştirmek artık size kalmış. Ben sadece hikâyesi olmayan bu iki çikolataya bir yazgı dikte ettim. Hikâye ve hikâyeler... Kaderin bile hikâyesi varken hem de...

Sahi siz benim hikâyemi biliyor musunuz? El-mecazü kantaratü'l hakikati bu. Satır araları satır... Sıra sıra... Yani diyorum ki arka beşli baştan beri dolu... Yalnız boş yerlerim oldukça yaralı...
Ellerim minik, gözlerim büyük... Kaygılar uzak, evim şenlikli ve kedili...

"Anlatsam roman olur" martavalına sığınmayan bir masal derdim. Özgüllüğü, özgünlüğü ve özgürlüğü oynanmayan ayarlarda, hep sorduğun sıkıntısız günlerde... (Sıkıntım yok, sensizliğim var. Razıyım çay demliğine...)

Sahi sakalların esmeri annen nasıl (bu soluklanmamdır) ?     

24 Mayıs 2015 Pazar

Arkası Yarınsız

Makaram sarı bağlamaz benim. Renklerim cebimde taşıdığım küllük değil, kağıttır... Renkler belime bağladığım ebemin kuşağıdır...

"Neden Bilge Karasu baykuş ve kediye takılmıştır?" sualin gerçek ve doğru bir sualdir... Öğrenmeye açsın değil mi? Yüreğindeki merakın, sonucu seni yavaşlatan ruhun ya çekilirse inceden ve usulcadan?... Anlayabilir misin, ellerin ayasından kayıp yittiğini?... Merak ediyorsam seni sadece insanlığımdan değil, seni şefkatlere yatırma arzumdandır... 
Duygularımı bu denli doğurganlaştırmam benim ayıbım değil, kadınlığımdır... 

Ben utanmıyorum...

Mesela salyangoz olduğunu sana anlatmak istiyorum... Salyangozsun, çünkü rengin var... Kabuğun var sığındığın, dava taşıyan ellerin var... Mesela sakalların ağarmamışken saçlarının fazla aceleci oluşu var...
Salyangozun kaplumbağadan farkı nedir biliyor musun, onun kadar yavaş ve garantici de olsa salyangoz kaplumbağadan yaşamasını daha iyi bilir... Bir gün saatlerce izlediğim bir salyangoz güneşin altında kabuğunu sarartırken, demiştim ki "öldü"... Bir süre sonra kafasını kuruttuğu sandığım kabuğundan çıkarıp bir selâm çaktı ve eklene bölüne yürüdü... Yani dava saydığı hayatını güneşe bile korudu... Anlayacağın beni kadınlığımdan dolayı değil, azaplarımın elinden koruyabileceğini biliyorum... Uzaktan sevmek kolaydır, hayali fena kırıcıdır... Olsun varsın sen varsan diriliği şart kıymak benim elimde olamaz! 

Ben korkmuyorum...

Sana anlatmak istediğim gizli hâllerim, değinilmemiş masallarım var...

Peki yağmurun (salyangozlar en çok yağmurla çıkarlar mahallelerin sokaklarına) anlamını bilir misin? Bilmezsen de dinlemelisin, benden...

Anlatan ellerim, dinleyen gözlerim vardır...

Tüm kadınlığı üzerindeki mantoya topladığını söyleyenlere gülerim ben... Kadınlığı tırnak diplerine itenlere de acırım... Kadınlık, gülüşün sıcaklığına gizlenmiş kundaksı bir canlılıktır.

Dilim acıya en çok çimlere konulmuş kahverengi masada alıştı... Kahvelerin sıcaklığında soğuturken içimdeki közleri, dumanlar saçtım da kimse görmedi. Bunlar iyi günler, daha kötüsünü emin ol ben de gördüm. Hem de ne görmek; içtim be içtim.

Kendi familyamı oluşturayım derken elimden giden gitti de hep bakakaldım. Kadınlığı işte tam da o zaman tınlattım tenimde.

Bereket diye hıdrellezde yenilen ne varsa, aşk diye gömülen ne varsa hepsi benim toprağımda göz kırptı...

Canım, kanım, biriciğim, esmerli günlerim; sana diyorum ki gece olmuyor uzaklarda!

Celladıma gülümserken çektirdiğim fotoğraf karesinde kalacak kadar kararma...

Amerika keşfedildi, biz sadece ayık olup ayılabiliriz birbirimize! 

Benden sonra adres ya çöl olur ya da dağlar! Ya ağlanır kaya gibi ya da ah'lanmadan ağaçlanır...

Gerisi yola dökülen çakıl taşları... 

20 Mayıs 2015 Çarşamba

20 Saat

Şelalenin sessizliği fazlaca gürültüsünden dolayıdır...
Bu ne kesif, bu ne koyu suskunluk yarabbi... Ruhumdan gelen suskunluk değil, dudaklarımı geren kelamsızlık... Kuruduk, çatladık... Evet, çok haklıydın geçti nihayetinde bir gün daha... Çünkü ömür biten bir şeydir, tıpkı tükenmez kalemlerin tükenmezliğindeki gibi...
Bazı şeyler bu denli bilinirken, sakınmak ruhu bir kadından, eziyetin meziyetidir...
Şunu anlayın artık ey yakın yollarımın yolcuları, aradığım değer bulma telaşı değil, başlı başına değerdir... Sevilme ihtiyacı değil tek arzum aynı zamanda sevmek, sevmek, sevmek, sevmek...
Sırtını dönüyor dünya, kimse kimseyi sevmeyince... Bizim anlamımız var, incitme bu anlamı Mor!

Sevişmelidir kanatlar, eller serinlemelidir...
Sıcak olan dükkan içi değil, simaların özüdür... Özü biçip, anlam çıkaramayız... Anlamı kelamla temizlemeye çalıştıkça bırakın artık çamaşırsuyu sıkıştırmayı koltukaltıma...

Atın rahvan yürüyüşü şahlanma bataklığında... Neyin sabrı bu? Ölüyoruz be!

Kulaklarımda çocuktum, ellerimde bir yaşlı... Sırtımda bir hamaldım, gözlerimde sadece bir kadın... Ve sen sadece kağıtlarda bir adam, Mor!

Bu ne yazgı, susluğun pusluğu hâkim... Tanrı'yla konuşmak da kâr etmiyor artık aklıma... Cevap da gelmiyor...

Sen, sen, sen Mor; 20 saat gecikmeli eylemin nerelerde?

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Paslı Çakı Bilendi...

Yağmur ardından açar şairler...

Kalbin damıtılması kaderdir!

Sen istersen yönetirsin filmini, yazgını yeter ki korkutma.

Ellerin dizlerinin üzerinde olmalı kendinden bahsederken, gözlerin göklerde... Sen morsun!
Hüzün, hazan, gerçek, soyutluk, maviliği ve griyi göbek deliğinde dinlendiren mor! Sen morsun adam...

Sen bilir misin renklerle konuşmayı? Konuşurken onlarla, kımıldar renkler, tıpkı suyun dalgalanması gibi. Yavaş yavaş usuldarlar tende...

Aynaların mumları parlatması gecelere hastır, günler istese de yapamaz bunu. Elleri bu mayaya cevval değildir. Bu sebepten ötürü sabırsızlığım.

Sosyoekonomik sınıflar senin olsun, sevgi benim. Tam da bu sebepten ötürü gel sevelim birbirimizi; aç sevelim, yoksul sevelim, yarım sevelim, ama sevelim.

Mordaki turunculuğu yaşat bana. Yaşat ki ovalardan uçsun sesim. Yaşat ki dağlardan kanatlanabileyim. Sonrasını deniz halleder. Anlatır sana tren raylarındaki küf yenilenmeyi. 

Sesin geçmeli tenimden, fısıltıların kulak diplerimden fısıltılansın!

Ben duyarım sesini!

Bana masal anlat, zaman olmasın içinde. Özlemeklik olsun da beklemeklik olmasın...

Kent şarkılarındaki kentlerin denizleri aksın saçlarımızdan gayrı...

Penceremde fena martı sesleri ve umut yenileniyor. Ağladığıma yanıyorum artık. Gülüşleri yaşat saç diplerime, çakılarla çiziklenmiş dizlerime...
Ellerimdeki yaşlılık gençleşsin...

Umut yenilen değil, yenilenen bir şeydir. Öğrendim bunu seninle. 
Rabbim alma elimden suyumu. Bu saka daha fazla susuz sakilik yapamaz. 
Şarap henüz harcımız değil, mayalanmaktayız zamanın zembereğinde...

Umudumuz gökyüzü, beklentimiz gökkuşağı...

Yağmurun ıslatıp seni toprak gibi kokmanı isterim avuçlarımda... Adım, temizledi tüm intikamları... Gömlek kolları artık aklandı zaman makinesinde. Bir tek geriye elini alıp elime, kokunu sürmek kaldı yüzüme... Sıvamadan, bir tüy hafifliğinde geçsin hayat denen meşrepsiz mahlukât.  

Karar 2: Ebemin elleri kınalı, annemin beklentileri pamuklu, benim sevgim bekçili, senin davan devrimli...



15 Mayıs 2015 Cuma

Adım Çıkmış Mahallede...

Derdim devrimleri yıkmak değildir, aksine sağaltmak...

Devrimler de yavaş olur, dedi güneşin başağı bu akşam ona senden bahsederken, sendeki sığınamamayı anlatırken...

Yetinmemeliyiz, ne ile yetinelim bize verilen ne kadar tohumu filizlendirelim?..

Bu gece bir fena içim... Bakamıyor, göremiyor hem de bakıp ve görürken... Adım çıktı mahallede ketenden bozma gömlekteki toprak parçalarını ararken... Köşe başından çıkan kıvırcık gibi boşaldı içim... Hem de kahkaha atarken... Rüyalara inansam seni oracıkta bırakmam lazım... Boynum sökülüyor bunu hissettiğimde...

Ben şunu demek isterim ki ben bir rengim evet kibritler çakıldığında yanan renk kadar turuncuyum... Maviye kıydırmış bir turunculuktan söz ediyorum...

Ama yorulmadan hep dillerim "ben burdayım" diyor ki pulbiber tadında yansa da hep...

Yüksekçe bir balkonda oturmuş şimdi içimi serpme bozukluğun sağlıksız içeriğiyle yıkarken saçlarım kazınıyor...

Yağmur yağsa da yürüsem diyorum, o da yağmıyor. Yaz gelmişti değil mi?

Çay soğumaya meyillidir, ben gitmeye...

Devrimi tutmamış bu eller yaşamaya meyyal... Ne de olsa gece leyla, gece leylak, gece saçlar kadar kara... 

14 Mayıs 2015 Perşembe

Kiradaki Dimağ

Nuh Tufanı ikinci kez koptuğunda ben yalnızdım. Yüreğim uçtu önce, aklım korkuyu hissetmedi. Ellerim en çok üşüyenler oldu. 

Sevmek var, dedim tufanın ardından... Adamak, yalanlamaktan iyidir... Adamak, adanmak; söküklere yama, yamalara dikiş olmaktır... Kaç kere başa sarıldım bilmiyorum. Vazgeçenler hep geri adım atıp tekrar zafer peşine düştüğünde gömlek yakalarına yaptılar en büyük ihaneti... Zafer kanırtık kabuklara gizlenmiş gliserinli vazelin gibi yumuşacık olsa da en çok çatlakları yakan da o oldu... Unuttular ve kaybettiler...

Güneşin deryası denizlere örtü olmuşken evdeki ölü kedim ters dönmüş böcek kıvamında vedalaştı dünyayla... O saniye tüm entelektüalizasyon sosyolojiye yenik düştü... 

Halılar yıkanmış, balkona asılmışken bahar ne denli hissettirdi kendini hiçbir zaman emin olamadı... Tıpkı ne kadar sevildiğini hiçbir zaman bilemeyeceğin gibi...

Sahi beni sevebiliyor musun? Zorlanıyor musun Esmer? 

Huzurlu susuşları yaşayabildiğin insan zaten senin ruhundandır... Ruhum musun şairnevâz adlı? 

Annem inandı... En çok onun inanması önemliydi... Onun istemesi olması gibi geliyor bana... Duaları merhem, ümitvar sesi nefes oluyor, davamıza...

Atlar şahlandı, baykuşlar uçtu, kediler uyandı... Ve kazandık...

 O zaman haydi hayırlı aşklar!


12 Mayıs 2015 Salı

Demli Duyuru

Kıyamet gibi sözler yığılmasın, dedi, bu dilim her zaman. Fazla da bir şey beklemedim, sevdiğini söyleyenlerden...

Hesap sormak değil derdim, hesap sorulması her haksız davanın ardından canımın kanırtılması...

"Daha kötüsünü de gördüm" dediğinde anladım çekingen görüntünün ardına gizlenen kırılganlığını... Renklerden konuşalım, rengini anlatayım mesela sana... Sağ gözünün altındaki kabarmış damarın gittiği yolu izleyeyim parmaklarımla...

Hayat bildiğini okurken, biz kitapların sayfasını okuyalım.
Kucaklamaya hasret bu kadın...
Mutfağın yolları kör, tut ellerimden ki beni kavuştur tezgâhıma... Kadınlık kokan bu istekler ne denli avuçlarında bunu ne denli bilirsin bilemem, ama gömlekler ibadetim...

Kokun varsa ki varmış bugün duydum çekeyim burun deliklerim yanana kadar... Piyasada yan çizenler, soldurup atanlar bereketine bedava... Onlarla harcanmayalım...

Akışta batmayalım...

Ey kadın (kendime dipnotumdur), kime bu serzenişin, tutkun, arzun, içtenliğin, demliğin, sevişin, sevişmen, deliliğin, ruhun...

Benim bu yalnızlıkta ne işim var... Gelmen gereken yol cebinde...

Gerek yok kutsanmaya, sır tankla dayanırken sokağa...

Yani demem şu ki "yok bir gece bu, sabah kalkıp aşktan konuşacağız"

10 Mayıs 2015 Pazar

İşportacı Tezgâhından Sızanlarrrr!

Bırak şimdi o dilleri... Özrün kıymetinin kalmadığı dem be demde demlenirken neyin efendiliğini güdersin ya da neyin serseriliğini yaşatırsın...


Dar boğazda yapılan şarkılar, kıl tüyden atarlı şarkılara yenik adamım ayık ol...
Davan varsa kendine diyorlar... Ağzı olan kusuyor kini... Konuşmakla hatiplik olmaz, belki merkeplik... Onu da semersiz yapamazlar... İlla ki sınıflara bölünmeli; a'lı, b'li, c'li falanlı filanlı öteliğe yakalık olmalıyız değil mi? (beyaz, kolalı yakalıklardan hemi deeee...)

Analar sınıfsal doğurmuyor, distopik filmde sekans kurgusu ütopik... Komik oldu vallahi...

Hesaplar sorulacak - bir sigara tellendirme vaktidir, şu an -

İntikamın telleri güvercinin gözlerini oysa da güvercin hâlâ o telde, naaaaabeeeeeeeeeeerrrr...

Patili bey, iki seksen yatarken; bazı gerzeklerden bile akıllı...

Kontes yakıştırması nedir allasen... Ne güdük, ne acı, ne aciz, ne ucuz... Kafalaaaaaarrrrrrraaaaa gel... beyinsizlik batan gemilerin güvertesinde...  Asuman koru bizi çimenlerden.

Çevre temizlenmese de ruh temizlenmeli kımıl zararlısı, faydasız, bön beyinlerden...

Gazellerin kaside bölümünde de yer aldığı gibi hayat hasarlı... Yoksa o bir özel isim miydi? (tamam tamam 21. yüzyıl divan şairimin ismi, ona tüm övgüler, sessizlik ülkesi)

Bir nehrin bir yakasında yaşlı puşili bir adam, diğer yakasında bir rakkase... Ya biz de bu hayale sıkışıp kalırsak senle? - ,hatırla "Kör Baykuş"daki gibi... Boku yeriz... Kediler bile kurtaramaz bu yalnızlığı bak benden söylemesi...

Zırvalık vidası gevşetilmeli, sıktıkça patlak verecek hayat... Ağzımda salatalık tadı...

Duman kıvrıla kıvrıla öyle dertli dertli içlenmekte, antitezlere...

Kaçan uykuların hesabı senden sorulacak maşuk... Acele etme o aşk yaşanacak....

Haydi hayırlı işler....

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Açık Adres

Diri öpüşler kondursaydım bugün yorgun alnına beyaza yüz tutmuş saçların karalanır mıydı? Hiç tanımadığın insana sıpsıcak oldu mu senin için Esmer?

Tren garına sığınmak istedim bugün seninle, sadece seninle. Bindiğim dolmuşun yanından sen geçerken, ben aklımdan geçirmiştim hâlbuki seni... Hakaretler yok sanki sende. Davan var senin, düzene karşı çıkış, devrim nitelikli cümlelerin var sanki dimağında... Cümlelerin kandırır mı, diriliğimi...

Yarın yemek yemeyelim, iki sandalyeli yemek masası olmasın bir ucuna senin bir ucuna benim oturduğum...Kuru, tahta bir bank olsun bu kez oturduğumuz. Yarın 18:10'da garda olacağım gelirsen bekleyeceğim...   

Evet, gar (trenlerin gelip geçmediği bu şehirdeki ölü duraklardan olan gar.)

Bu şehirde yalnızlık her öğlen mandalina kolonyasıyla bir binayı bekler... 

Artık ısırılıp, çiğnenip ağızdan tükürülmeyelim... Fazlasıyla öpüşsüz tenim, ruhum pütürüklü, ellerim kuru... Sırtım fazla üşümeli... Su sızım sızım dalgalı...

Bir annenin bekleyişi sayabilirsin, mutfakta yemekler yapan bir kadın sıcaklığını umarak gelebilirsin, bir tanışın bilinmez tadında efsunlu sohbetinin bekleyişi sayabilirsin, akıl vermece değil, akılların bölüşüldüğü - tıpkı kitaplar gibi - kutsallığı umarak gelebilirsin.

Araya hayat girmeden konuşmacanın ruhunun beden kisvesine bürünmeden hürlükte olabileceğini hissedebilirsin...

Ütü masasının ütüyle sıcaklanması gibi değil de, hiç soğumayan kaplıca suyunun ılıklığını yaşayabilirsin avuçlarımda...

Sigara nefeslenmeme karışmazsan, karışırsın... 

Toprakların ötekileşmesindeki insansızlığı, ezilmişliğin ayakta duruşunu, ırkçılığın sahiplenişini, katliamlara yapılan ihanetli insanlığı, sevginin tanrılığını, tırnakların acılığını, dudakların kuraklığını, yalınlığı konuşuruz... Kim bilir daha neler neler Esmer?

Hiç boşalmayan çamaşır sepetleri oluştururuz, kır çiçeklerinin boyun büküklüğünü uyandırabiliriz...

Umut var burada Esmer...
Hem de tüm kavramlardan boşandığımı ilan etmişken bunları dillendirebiliyorsam sen gelmelisin...

Adres: Yaşadığın şehirdeki tren garı...