26 Haziran 2015 Cuma

Sokağın L Çıkmazı

"... Ama işte söz konusu sen olunca yaşamak diğer tarafa düşüyor." derken sonlanamayan 'z' tınısı en keskin tını olarak yakıyor gerdanımı...

Saat 1:35'ken ve ben sokakları bir paket sigara için arşınlarken sanki yollarını bulmam için on adımda bir karafatmaları saçmışsın gibi hissettim. Karıncalar rehberlikten istifasını vereliden beri karafatmalar olmuş sokakların fahişeleri...

Yol boyunca kendime sorduğum yek soru "bağırsam kaç kişi duyar?" oldu. İçimin söylediğini içim dışında kim tellendirir?

Sonra can yakan bir tınıyla senin kanser sonucu ölümünü canlandırdım zihnimin hastane odasında. Saçlarını döktüm yine aynı hayalde yastık kılıflarına...

Yine bu akşam bir adamın gitarın tellerinde tınlattığı Diyarbakır ellerinden o güzelim türkü çınlaytı kulaklarımı. Sonra türkü boyunca sokağın bittiği, sola dönen tarafını taradığımı anımsadım. Yani L çıkmazına bağlamıştım dimağımı. Şah'ın taşıyıcısı at, L çizerek ilerlemeye mahkûmken damgalı bir tahta parçasında, bense L çizerek gelebilirdim senin hanene. Yani sokak L ile kesişmiş, L ile ayrılmıştı.

Ve şair özetledi vaziyeti:
"Kül elim, ıssız elim, kör elim
giden gitti biz nereye gidelim?"

Haykırsam da duyuramadım bağrımın dumanını...

O bağırtının orta yerinde ellerime kayan gözlerimi üşüyen sırtım bile kurtaramazken ne mânâlar yüklediğimi fark ettim. Sonra gözlerin kaderi olan ellerin bin yaşaması gerektiği fikrimi alkışladım, meyvesi yaban kestanesi olan ağacın gecelik gölgesinde...

Tam o esnada sarhoşun biri ünledi: "Söz namustur, köpek köpektir." gecenin önermesini de yuttuktan sonra, kalktım çöktüğüm basamaktan...

Yine kaybeden biz olmuşken yazının karalığına, şiirin siyahlığına battım. Çocuk gülümsemesi olan ilkbaharın geçtiğini, orta yaş tesellisi olan yazın esintisini hissede hissede minik bacaklarımı uzattığım minderli taburemle balkonuma tırmandım, martıların konukluğunda günü sonlatıp geceye yaktım ışıklarımı...

Şimdi dizlerimde bin yıllık bir kaçak ağrısı, çayı serin bir köyün yamacındaki kovukta ruhum...

Şairler bilmez; lâkin yaşayabilenler bilir: ruh mirastır, kader ödünç...

22 Haziran 2015 Pazartesi

İddianâmeli Vasiyet

Kalbe damıtılmak yazgıysa, yazgıları sökmek insanlıktır...
Dikişli bir yorgan yüzü olan delilik, düğme iliklerine sinmiş bir hayat kırıntısı ise, akıllı olmak küçüklükteki gofret kokan bakkal raflarındadır...

Aşkın aşklama, balığın balıklama, suyun yağdanlık olduğu şu devirde kedilerin artık bir bardak su avcılığında olması yâdlara normal ötesi gelmemeli...

Güzelim harflerin renkleri ego dişlisinde öğütülürken içilen çaylar boğazda yağlı urgan kayganlığında yudumlanır... Bir çaydanlık çay ile yazılan şiirler, iki çarpı 365 günlük bir hesapta kalmıştır. Bundan ne adam utanır ne de kadın artık tonlar...
Yaşar, yaşar da tecrübe hamuruna cıvıklığı önlemek için biraz daha sabır ekleriz...

Hayaller, düşlerin gecesinde yolunu kaybetmişken, gerçekler hayallerle perdelenir... Dört kollu ego, dik bir dağın pes yamacında kaderini beklerken mağrur bakışlarını merakla aşağı diker...

"Beni siz delirttiniz" kelâmı, ruhtaki eksik çiviye çakılan çekiç darbesinden başka bir şey değildir, gözler zaten körebe karanlığında...

Dillere düşsek rezillik ayyuka çıksa, çamur daha kolay kuruyup elden koldan yağmurla belki de akıp gidecek. Lâkin sanki susmaya yemin tutmuş diller, inatla kilit üstüne kilit takmakta, yedi kapılı zindanlar içinde zehri çoğaltmakta...

Her yazın başlangıcı bana hep ağır gelir, kışlık birikimlerimi soyunup okşayışım ve japongülü kıvamına getirip solmaya bırakışım sanki talihimdir ve bu talih ne kör ne de karadır. Sadece fazlaca sabırlı ve üşümelidir... Her yaz başladığında yavaş yavaş ağırların çektiği sahnelerim fetret devrindedir. Ve ben her yaz bitişi bir kez daha sana dönme temayülü içinde olsam da artık şeytanın bacağını un ufak ettiğimden bu da mümkünlük sınırlarında değildir...

Ülkemdeki masalcılara ve falcılara azadlık bir hak tanıdığımdan beri gelecek günler artık benim için de ütopik bir gerçek kisvesindedir...

Bugün hudutlar yağmurlu, yarın bilmem ki güneşli, öbür gün belki karlı; ama elbet yıldızlı...

Evet, ben, yaşıyorum. Dilimi hadım etseniz de kalemim diri...

Evet, ben, yaşıyorum; kaldırım taşı misali değil, güneş taşıyan bulutlar temsili...

Çatılar, ince sağnaklı ıslansa da gök kuru, yeryüzü sakin ve kalemim tütmeli...

Nasıl içindekini kaynata kaynata dünya katılaştıysa ben de tüte tüte var oluşumu kutsayacak ve ruhuma şükürlük secdeler bulacağım...

Nihayetinde pazara çıkmış iplikler sökülecek ve beni unutmaya çalışan dimağlar unutulacaktır!

Size vaziyetim: Beni unutmalı bir vazoya ekmeyin, toprağım beslemeli, dallarım sarmaşık sıcaklığındadır... Kaybınız acı, unutkanlığınız yavan kalacaktır...

18 Haziran 2015 Perşembe

Duvarın Cezbettiği Kadındaki Gül Adam

Gecenin duvarında oturduğumuzda omzunda buldum kendilikli huzurumu... Canımı içi, küçüğüm, miniğim, geç kalmışlığım, erkenliğim, gülcemâlim... Bu gece satırlarım sana oynuyor, kalemimin kara kurşunu bu gece seni aklıyor...

"Turuncu kafam" diyen dimağın aydınlığımın karalığını nasıl da göklüyor, kökleştiriyor, yayan kılıyor yeniden...

Yollarımız kardeşlikte kesişiyor... Sıcaklığımız şefkatte birleşiyor...

Tırnak diplerim yanıyor, saçlarım okşanmamaktan kopuyor, rengim korkaklıktan soluyor... Kokuları kaybetmekten ötürü titriyorum... Zamanın işleyişinden münezzeh iklimlerden canım istifasını veriyor...

Giden günler geri gelmiyor, gelecek olanlara da git gide merakım yitiyor... Bana değen adamları kaynatsam aklanamıyor... Ve sen inatla kadınlığımdan dem vuruyorsun... 

Gülcemâl, kabul edelim bu gecenin kelâmı "bir adam senin sözlerine değmeli, aksi büyük kayıplara sebep olabilir"di...

Sözlerimle nasıl da sırtlanır, nasıl da acılanır, nasıl da nefeslenirsin... Sözlerinle nasıl da öğrenmenin sınırsızlığını, yaşıtsızlığını, maneviliğini lezzetlerim...

Çökmüşken dizlerimin üzerine, ellerim batmışken yağmur sularına, sırtımı değere buladın... Yağmur delicesine yağarken uzun, ince ellerini yüzüme siper edişini; yağmurda ıslanışımı kapı eşiğinde izlerken saçlarımı kurulamak için heyecanını gözlerinden önce omuzlarında gördüm...

Ben o vakit dirildim...
Ben o vakit çığlığı bıraktım...
Ben o vakit şükre sığındım...
Ben o vakit en çok ağladım...

İçimde oluşan kördüğümümü çözmek isterken parmakların kanadı... Beni sağaltmaya çalışan dillerin kokulandı...

Taşıdığın fikirlerin üzerine uzuvlarını yüklendin ve ağırlaştın... Hafifleme! Gonca gülünü zamana kıydırma; mendilini cebinin kırışıklığında sakla da gözyaşlarına kıydırma...

Sakalın kisvesine bürünen gömlekli adam, hoyratlığın biçtiği şu dar vakitli çağda dillerimiz anne sütü şefkatinde...

Her şey çok eksik... Kılı kırk yardım, buldum buluşturdum da tamlamaya çalıştım... Seni buldum 'İsmet Özel'li bir kulaklıkta, buruşuk bir sınav kağıdında... Ve içimi açtım sana, içini açasın diye bana... Eski bir avlu tadında kurdum bağımı, sıcak su kaynarlığında büyüttüm küçüklüğünü...

Derinden yüzeye çıkan a ile z arasındaki buhurdanlıkta kal, hep kal, kalmalı sevgilerle gel!

İddiamız kazılı bir yazgıda yaşamaksa; vurgunumuz kaybımız değil, sevgimiz olsun gülümün cemâli, cemâlimin gül ışığı, canımın ta içi...

Ko getir sırtına yüklediğin tüm anılarını, acılarını; ben, onları öpüp başıma koyar, hayrını da bağrımda taşırım...

Gidip çıkanın, girmesini bilmeyenlerin olduğu kapılarımızın tokmakları biz söz konusu olduğunda hep sorgusuzluğun cevabında çalsın... Bayram şenliğinde tınlasın...

Ve caniçim;
N'olur uyuma, n'olur bu gece uyuma! Oturup bekleyeceğiz, belki de bu gece kalmayız hatıralar altında, verilen armağanların hasarlı pelerinlerinde...

Uyuma!
İnce yürekli, su yüzlü karnımın eşi...

16 Haziran 2015 Salı

Beyaz Elbiseli Manifesto

Hisler, kanım, hisler altıncı ayın altısı gibi bazen hiç sekmez. Suyun üzerinde seken taş, taşlığından; su suluğundan bir şey kaybetmediği gibi hisler de hisliğinden bir şey kaybetmez zaman makinası içinde.

Unutmamak nihayi. En görünür yerinden katladım seni çizgili olmasa da sarı sayfalara kitledim talihini...Aklım kitlense de mumumun fitili erimedi. Sormadan ilerlersek cevapların kaderi kederimizin sancısını dindirir...

Mefhumlar iki ihtimalli olsa da fincanımız bir olunca telvemiz temiz ve şekilli...

Birlik, dirsek çürütmece yazgılı...

Kilidin elimde desem sana? Şaşırma, sen verdin kitap sayfalarında...
Ve ben aldım yine senden anahtarımı taktığım parmaklarından... 

Velhâsılıkelâm ben çok değiştim bu dört koca kayıplı senede annem... "Sen iyiysen, ben de iyiyim" dediğinde gönlümün bam teli inceldi bu akşamüstü... Ahh, benim uçurum çiçekli, kısa saçlı, kalem yüzlü annem... Aslında en çok sana sığınmam var, senin de benden çok yargıların..

Gökteki yıldızın şirazesi kaymış, dileği sabitmiş meğer...

Yanaklarım okşandıkça yanaklığımdan, saçlarım peruklaştıkça düzlüğünden geçer oldum da kıyımı hep ruhumun merdiven altlarına gizledim...

O'ndan sonra fark etmeden kıvırcıklar biriktirmeye başladım... Sarıların Hakan'ı, karaların Betül'ü... Biri sözlerime değdi, diğeri telveme... Beyaz fincana konan parmaktaki kara telve yine yolları bir kıldı...

Nihayetinde sesim yetişmiyor, bakışlarım karşılanmıyor, ellerimin nemi silinmiyor...

Ben bekliyorum da gelen giden kalmıyor ceplerimde...
Dualarım dualanmıyor, tırnaklarım kırıklanıyor, saçlarım uzamıyor... 

Ve gözlerim en çok yuvalarında küçülüyor...

Ve soruyorum: Nereye uçar turnalar?

Başımda göğün yakıcı ateşi, ayaklarımda toprağın teskinliği...

Ve ben bulutlarımı topladım, rüzgârı sırtladım, şimdi mataralı bir ezgide secde etmekteyim...   

12 Haziran 2015 Cuma

Kırık Küpün Kırgınlığı

Yazmasaydım tüm bunları unutabilirdim. En çok da seni... Düşünüyorum, kaldırım taşına oturup ayakkabı vurmuş iki parmağımı yaranın bandıyla sağaltırken...

Hâlbuki daha önceden yapıştırmalıydım bantları parmaklarıma. Bile bile lades demektir bunun diğer adı. İlk adı ise istekli can yanması idi.

Armağan olamayış, ellerimden bileklerime vuran bir ağrıyken hasarlı ruhum onarıma gönlünü razı kıydırmamış.

Sular yılların bu vakitlerinde soğuk içilse de ılıklığa ihtiyacım var. Teskin, teselli ruhu hadımlaştırma çalışmasıdır! Ve evet, belediye tarafından yürütülen alt yapı çalışmalarından farksızdır...

Boktan bir sabah, pis bir sıcaklı öğlen ve henüz belirli olmayan akşam... Vakitler, bugün akrep ve yelkovan gözetiminde değil, bir kuşun gagasında. Bir tilki gelse vakitler peynir eriyikliğinde kanacak ve rakamları terk edecek.

Benim gözlerim yaftalı... Yakalarım deterjanlı, parmağım kahve yanığı... Acılardan acı beğen dersem fazla dramatize edilir ve yakılmış karamele de benzemez tadı...

Hakan Abi'yle tanışmalısın bir gün 3K - açılımı: Kahve- Kitap - Kardeşlik - burayı da anlatacağım sana, önce Hakan Abi. Sokakta tahta masada otururken gelir, çöpleri toplar masada otururken gelir, çöpleri toplar ve iki sigara alır bizden.... Hep ikidir; ama üç değil... Çünkü bilirsin ki iki sağaltıcı bir sayıdır. Sigarasını alır "Saol Abicim" der ve sokağın arnavut kaldırımlarında kaybolur. Çizgili gömleği hep aynı eskimişlikte bir köşe başından çıkana kadar iki sigarayı tellendirir.

Hakan Abi, Güzel Banu'yu kaybetmiş bir adam yalnızlığıdır... Onu beklemeyen Banu ev kadınlığının sıradanlığındadır...
Ağrılarına basılmış köşe başları yangında hep en güçlüsü kalmış yerleridir sanki...

İşte şimdi uzun bir ahhhhh zamanı...

Çökük omuzlu adam, elinde fermanını taşıdığı torbayı taşıyamazken: "ah be ağrıların doğurduğu, körlüğün bekçisi... Sen bu hâllere vurulacak adam mıydın?" dedim camın önünde sigara çekerken içime...

Alınan gömlek lacivertindeki ah'lar, senin beyaz gömleğinin kırışıklığına saklanamayacak kadar çok da işte bordo tırnaklarım hep güçlü ve imanlı...

3K'nin sultanı sardunya tadındaki Ayşe, mavilere bürünmüşken bugün sokağın kedisi Nemide doğurmuş. Yavruları bir muallakta ben peşinde müptelalı...
Geceleri bu dükkânda temizlik yapılırken dinlenen Ahmet Kaya, tınlarken kulaklarda, sokak, o vakitlerde en çok bizimdir...

Biz kimiz?

Vurgun yemiş kuduruklarız. Denizin kudurukluğunu, göğün mayasını, çiçeğin tohumunu, masanın sallanan bacağını, okunan sayfaların kitaplığını, saklanan defterleri, soğuk içilebilecek çayı, sade kahveyi soluklandıran kuduruklar...
Aşımız yok, bulaşıcılığımız bakî...

"Ellerimi yüzüklerimle ödüllendiriyorum, gönlümden sonra en çok ellerim çekti." diyen mineli çiçek Ayşe Sultan, aynı zamanda mutfağın da kadınıdır. Ben unuttum o yolları... En son gözleme sıcaklığında olan tezgâhımı terk ettiğimde balkonlara taşınmış ellerim mütemadiyen yazdı ve sigara içti. Ama ellerim hâlâ lezzetli... Kabul etmek istemesem de annemin kadını, babamın kızıyım ne de olsa...

Ben güzeldim adam, zamanında...
Yaşım 27 güzelliğim beklemeli...

Zamanında kaygılarımla taşırken bedenimi kayboluşları yaşadığımda soyundum, endişelerimi... Yaz uzun, sen gelmeli... Buna inanıyor ve düşüncelerimi dindiriyorum yaz ortasından sonuna..

Ağlamak yok, gülmek eh işte... Ben en çok kendime ağlar, sizlere gülerim...

Lakin bugün yemedim yemeğimi. Bolca güldüm en son sardunya Ayşe Hanım isimli otobüs durağında soluklandım. Üstüne üstlük sigarayı da izmaritine kadar içip yarımca bırakmadım.

Erkek kardeşimden gecenin sonunda paparamı yesem de ince sızılı bir baş ağrısıyla evime döndüm.

Durakta adına mani dizdim. Adımı adınla redifledim, uyakları kinayeye kıydırmadım.

Arabeskî denilen bu yazım senin gibi nispet î'siyle sonlandı.

Orhan Baba'yı dinleyecek bağlamayı sonlattım, gitarı Erkin Baba'yla başlattım.
Coşkulardan coşku beğendim.

Ne sokağın sonundaki polis parkını ne de yemek yediğim sokağı düşledim. Sadece bendeki babayı sıraladım içimde, sonra annemin kulaklarını çınlattım...

Ve gecenin tam yarısında tahta masadan kalktım, vurdum  nehirlik kıyılara... Hani gel desem sana...   

9 Haziran 2015 Salı

Aritmetik Sevda: Mor Dosya

Ferdi Dipnot: Sokak hayvanlarını hiç izledin mi, bir kenara çekilip? - Mesela karşıdan karşıya geçerlerken yolun tam yarısında karşılaştıkları en ufak zorlukta gitmek istedikleri yere değil de gerisin geriye dönerler. Sokakta yaşamalarına rağmen o an, o yaradılışla kurtlar sofrasını boğazlarından takılmadan geçmesini beklersin; ama onlar,  bunları göze al(a)maz! Yani haddinden fazla korku, bazen ürpertir ve seyir keyfini kaçırır. 

İşte o manzarayla ne zaman karşılaşsam gizlendiğim yerden kalkar, gerçeğe dönerim... 

Şöyle ki bir kadın için aşka inanmak o kadar da zor değildir, en azından bir erkeğinkinden farklıdır. Kadın bir adamın bir bakışına, bir gülüşüne, kokusuna aşık olabilir. Büyük büyük eylemsizliğe gerek yoktur, kadın evreninde aşk gerçekliğine... Mesela sen boruyu tamir ederken ellerinin yeteneği, ellerinin ateşe boyun eğdirişi, benim secdem oldu. İşte tam o an yüreğimin derinlerine oturan kaya kıpırdadı ve kazdığım hendeğe yuvarlandı. Oluşan boşluk, pantolon taşıyışındaki yetenekle küllerini sildi.

Sınırlarını çizdiğin 15 kiloluk kedi kollarıma ağır gelirken, senin yıllanan adamlığın kadınlığımın duvarlarında takılı kalmadı, ellerimdeki pamuğu sütlere batırdı ve daha da yumuşattı. Ve o an kımıldamayan dudaklar, gözlerin buğusunda en içten sesle yakardı: "Adamım, Mor'um; sen yeter ki sevilmesini bil!"

Sonnot: Sevgi, hak ve hukuk muhasebesi değildir, muhalefetin sınırlarında kuru inadın sınırlarında değil, bir yatak sıcaklığındadır...

Feyz almama gerek yok, benim kadınlık davamda feyz zaten tenimde, dimağımda, toprağımda, rengimde...

Senin bakışlarındaki sıcaklığı taşıyamayan bedenin beni ürperttikçe benim yavaş yavaş adımlayasım geliyor yalnızlığıma...

Gecenin en köründe sevişebilecek olan bu kadın, sessizce konuşarak gitmeyi de yaşamıştır. Çabuk ağlatabilirsin kadını; ama uzun uzun güldürmen çok daha kolaydır...

Öptüğünde iç organlarının sallandığını - bağlarının tek tek kopuşunu - hisseden kadın unutmayı da reddeder...

Adam, seni bekleyen kedim değil, benim...

Adam, ben taktik - teknik kadını değil, ben bir sevişme tadındaki hayatım... Ekmek nimetliğinde sunak yapmış aşkı çiğneme değil, tadını alma derdinde olan bir kadınım...

Aşık olduğu adamın ismini çocuğuna taşıyan anne kutsallığında aşkı kaynatan, suskun bir kadınım...

Sen hiç aşık oldun mu? Ben bir kere oldum, dirildim... Sonunda darağacına taşınsam da nefesimi vermedim... Korkmadım, ben tekrirli hislerden... İddiam; sevgi gücü oldu ve siz (adamlı biblolar) hep iddiamdan vursanız da ben, caymaları değil, umutları derledim prangalarıma...

Kirpiklerim ıslandıkça, tırnaklarım güçleniyor... Geceleri terk ettiğim küpelerim nemini sabaha kaybetmiyor. Zaman bölücü değil, tınlamalıdır kâküllerimde...

İç yakan sesim, içte yankılandıkça gülüşüm kristal kırıklığında ufalanıyor...

Parçalama...
Bocalama...

Artık, nefeslenme zamanıdır...

Aradan geçen sağaltıcı zaman sonra, basit bir seslenme ile bütüncüllük kaldığı yerden devam edebilir...

Artık dava dosyası senin rafında. Dava adamı olduğunu göster bana, inanmaklığı yaşatayım sana...    

Ünlüyorum: Rüzgâr kurumadan gel!

Gel, edimli bir fiilin gövdesidir. "Etmek"lik, "Eylemek"lik olsun ayalarda... Kollarda kalan yükler, omuza yükselsin, saçlarımız aklansın...

Arzum: Aritmetik sevda ortalaması, tekli hayatın paydasında ufalanmasın...

Selametle...

6 Haziran 2015 Cumartesi

Mor Ortanca Tadındaki Günlerin Kısa Yazılmış Mektubu

Başım tavana dönük, yatarken pencerenin çatlak pervazı gürültüyle köprüleşti... Tanrı'nın plânı olmalı diyerek adımlayınca köprüyü, karşıma mavi bir kelebek çıktı... Benim yaklaşık iki katımdan küçüktü... Uçmadı, karşıladı...

Oy pusulasında kutulara verilecek yanıtlar belliyken senin her günün ayrı bir yorgunluğun faturasında dürüldü... İşte o an siyah poşet torba bir anda çıkan rüzgârla yaralı binanın uçmuş çatısına kondu... Baharla açılan pencerelerden gelen sesler, Anzer Yaylası'ndaki kadın türkülerinin tutkulu dualara dönüşmesi gibiydi... Beni değil, kaldırımları tercih etmiştin o gün... Kırılmadım ellerine, bakışlarından gizledim turunculuğu...

Mor, yazmanın saygılı oyalarından başka bir çiçek açma şekli değildir...

Mor sevendir oysa... Saçlarım kısa olsa da sevilmeyi en çok hisseden Turunculardanım ben de...  

Araya alınan reklam kuşakları bile uzadıkça uzuyor da caddenin kaldırım taşları saymakla bitmiyordu... Göğü değil, ama ellerinin kanını alan beyaz havluyu yırtabilirim... Burnunun ucunda her daim ölüm, doğum beş dakika aşağıda... 

Nasıllığını geç, inanmaklığa gel...

"Senin bileceğin şey" gibilerinden cümleler ne zaman sarf edilse sokak köpekleri kedileriyle dans etmekteydi... Bunlar hep ahkâmın bileklere bıraktığı çizikler... ince ve uzun değil, en vahşi kelimelerden mevcudiyetini bileyenlerden... 

Lady D'arbanville değilim ki sana şarkı söyletebileyim... Lakin şiirler yazılmadı değil adıma... Sessizliğin kıvancıyla taşımasını bildim her bir satırı... Teşekkürü bakışlarımla değil, omuzlarımın ağırlaşmasıyla ödedim...

Faturası hep yüklü olanlardan oldum da sesim hep kısılageldi...

Veda etmesini beceremem pek, gitsem de acır canım kalsam da... En çok beklemeyi beceririm de yufkalığımı gizleyemem... Babaannemin hamur açan elleri çocukluğumun ibadeti olmuşken şimdi kararan ellerin hesabını tıkanan boğazda günahlamaktayım...

İki gün önce Mor bir ortanca almak istedim odana, belki morluğunu hissederdin artık kasıklarına değin...

Neyse bu gece senden bahsetme niyetim olmasa da kelimelerim dolandı birazcık olsa da kıyından... 

Kırgınlığım var bu gece içimde, tanımlanamayan cinsinden hastalığın... İçimde yer alan olumlu yanlarımı virüsleme çabalarında... Safları sağlamlaştırsam da dik duramayan boynum alışmamış olumlamaya... Zorlanmakta haliyle ayaklarım....

Sigara değiştirsem de bu akşamlığına aklım hep eski paketimde kaldı... Aldım yeni paketteki 20'lik yuvarlakları doldurdum eski pakete... Zaman değdirdim böylece her birine... Sonra daha bir derinden nefesledim içebildiklerimi... Henüz yarısına geldim, sabaha biter mi hepsi bilinmez... İzmarite kadar yolları var nasıl olsa... 

Demem o ki "nasıl olursa" olmasın artık; istersek oladursun... Olagelsin... Olayazsın... Olsun bitsin...  


2 Haziran 2015 Salı

Vurgu Kelâmın Harfliği...

Kaç kere şaşırabilirsin adımı sayıklarken... Kör koza kul olmuş bu kadının razılığını kıymaya geldiysen paşam, olmaz, elinden gelmez bu anarşistlik... Davan muhalefet olmaksa devlete, kadınla başlamamalısın karşılığa... Kayıp en başta olur, yenilir; yenilginin zafer tâkını takar da boynuna dolaşırsın... Acırlar... Yanarım...

Vişneyi kiraz diye diretmen, erik ağacını bilmemem bize aykırılık kazandırır, kayıp değil...

Anlaşırız biz seninle sen yeter ki kabullen kadınlığımı... Sevdaya bulaşmamış ellerin o kadar belli ki saç diplerinde... İnatçılığın bir keçi sakalının kıvrımlarındaki kadar uçucu toslamalarda...

Yemezler, Esmerim...

Yorgunum aslında, aşkın kanunu duman etmişken, bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin... sol yanım tunç çağının son demlerinde...

Yangın var bu avuçlarda... Çakmakların gazı bitik, kibritler her daim piyade...

Bu akşam ellerim küçük bir bebeğe dokundu, avuçlarım o an şefkatle, sevgiyle, annelikle doldu... Rengi daha keskinleşmemiş kristal bakışları bakarken doldu göğsüm sütle... Rahmim anne sıcaklığında, hatırladım bin kez kadınlığın kisvesinde emanetimdeki cevheri...

Adam, ben kadınım, ben anneyim, ben sevenim, ben sevilmek istenenim, ben hayatın ah'ladığı anım... Zamanın zembereği, hayallerin bekçisi, suyun kaynatıcısıyım... Hastalığındaki bir tas çorbayım...

Anlayacak göz yok sende, dimağın saf, anlayışın katmersiz ve inatlı bir sır...

Hayırlısını dilemek dillerin alışkanlığı, dünyanın başıbozukluğu ezelden ebed eksiliği... Malumat zihine çakılmış kazık... Nereye kadar o'nun bu'suyla şu'nun diğeriyle yetinmeklik...

Kıyamet istemekle kopmuyor, bu daha önce çok istendi... Fırtınalar dindiyse dinginliğin intiharı bu elleri kirli kılmasın... Kara atını bağla kütüphane yollarına da kitap sıcaklığında yaşansın aşk...

Sana mı söylüyorum bunca şeyi, üstüne alınabilirsin ya da erik ağacında bekleyebilirsin beklemekliğin gecikmişliğini...

İddiam: Erik ağacı olmasa da vişne olduğu kat'i...