25 Ekim 2015 Pazar

Üzgün Zarf

Borges "Bir kadının adı ele vermiyor beni" dememek için, "Üzerinde sahibinin adı yazılı olmayan bir hayat yoktur" demiş bazı düşkünler...

Sarı ışık hayat belirtisinin krem renkli kumaşıdır. Bir bardak sıcak tütsü evin bereketidir. Kutuya atılan bir tekme kadının suratına inen tokattır.

Savaşa önce giden kelimelerle karşılaştım iki kaldırım arasında, gündüzün geceyle kavuşma anında tamı tamına 53 dakika kalmışken hem de... "Durun ey kelimeler, siz beyazsınız, kırmızısınız, turuncusunuz,lacivertsiniz, morsunuz, yeşilsiniz ve birçok şey..." Konuşmadılar... Gözleri dinlese de kulakları duymadı. Aceleleri vardı sanki, yetişmeleri gereken sarı sayfaların çizgileri altlarından cekilecekmişçesine aceleydi saatleri. Tumturaklı keman tellerinin hızlı salınımları minik adımlarının bağcık düğümlerini çözmek istese de onlar, düğümlü yumakları aşmaya hevesli bir avuç piyadeydi sanki.
"Eğer şu an beni terk ederseniz Tanrı'ya dualarım sizinle olmayacak, avuçlarım göğün mavisine bulanacak... Ama ben ancak sizinle sitem edebilirim kitaplara gömülmek isteyen öfkeli adama..."

Bakışlar birini birine bağlayacakken bugün yangın yerine çevirdiler 71. Caddedeki ünlü siyah raflı kitaplığın önünü. Bugün bir kadın geçmişini tam da o anda sildi. Bugün bir adam tam da o anda sevgisini itiraf etti kendisine et, kemik, can olmuş kadına... Operadan kovulmuş simokinli, kadınla adam arasında sesleri bastırmak istercesine olabildiğince yüksek bir sesle icra ediyordu hâlâ eserini...

Ekim odalara çekilmiş, Kasım yağmurlarla gelmişti sokaklara... Kediler 1. katlı balkonların boşluğuna sığınmış kurumayı bekliyorlardı. Bir çocuk hastalığı olan dostluk, mazgallardan kanalizasyon sularına karışmamak için son göçlerle savaşıyordu... Lakin sular arsız ve acımasızdı. Her şeyi gecenin bir yarısında iki koltuklu bir salonda karşılıklı bir antlaşma imzalarcasına bitirebiliyordu imtiyazları ve tanınan tüm hakları... Ve nihayetinde bu skandal siyah borsanın renkli satırlarında ölümlenebiliyordu. Yitirilmiş ne varsa, uzak ve yakın tüm akrabalar da dahil buna, bir bir kırılıyordu yağmur altında.

Camdan ince, canda tül olan damlalar çamurla karalanıp gövdeyle aklanıyordu antlaşma sonunda...

Ve kadın ayrıldığında adamdan: " kardeşimsin, canımsın, özümsün, sözümsün kırıl bana." diye fısıldadı çakan şimşeğe. Hepsi bir yana olanlara şahit harfler - ince kardeşler, önce kardeşler - üzüldü en çok adamın kendini anlatamayışına...

Ve adam da son sözünü yağmura inat bağırdı: " Böyle nereye sana yağmur yağdıkça?"

12 Ekim 2015 Pazartesi

Yeşil hırkalı Sarı Şapkalı Susamlar

Donu düşük çocukların mahallesini hiç görmesem de o şehirde, Kızılay'ın arka sokaklarını gördüm...
Bir yağmur sonrası yırtık bir fotoğrafın zihinde tamamlanan kısmı gibi hayali görüntülerle yürüdü o şehir hep ardımdan... Geçmişin hesap pusulasının toplamında çıkan ise geçmişin katmerli karekökünden başkası olmadı...
Adımlarım deliliğin çınlaması gibi hep boş bakar oldu geçmişe. Geçmişe meftunuz; çünkü orada arayıp da bulamadığımız zaman yitimi vardır...
Geçmiş zamanın kadınlığı, gelip geçen zaman erilliğine hep boyun eğse de koparılmak istenen sigaranın zararlarına sığınamayacağım bu akşam. Dumanlı hava sahası ihtiyacımsa dumanı içime kadar çekmem en doğaüstü hakkım. Zaptım. Kaydım.

Yer değiştiren gölgelerin yansıması rüyalarımda... "Kuyuya bakarsan kuyu da sana bakar" sözlerini şimdi bir peçeteye yazsam da kafamdan silemem...
Erken ölümlerin ardından hep kendi içime dönerken, borçlarıma yetmeyen realitem gölgesiz uçurumum olur...
Olsun demek de zor artık... Buradan bakınca dünyanın dibini görmek, yosunlarını yemekle eş değer midir bilemem! Sokağın güler yüzlü insanları kitaba sığındığım anları kalabalıklaştırmaya çalışsa da sensiz yarım olduğumu bilirim... Satırları okurken dipnotlarda sen olmamalısın! Dönüp bakmam gerek o anlarda dünyaya - aşağılara - ...

Yalnız kaldık... Yolun sonunda olduğumu bilsem de yine savunmasız bir piyade eriyim. Savaşta ilk ölenlerden hani...
Mavi panjurlu pencerelerim olmadı benim hiçbir zaman, ama camlarından şehri izleyebildiğim bir çatı katım oldu... Hayallerim, gerçeklerimin adım öncüsü iken, bedenim ruhumun azabı olmaktan kurtulamadı, kirletilmiş zaman bölünmüşlüğünde... (Beni seversin - değil mi? - beni sevmelisin ki ben unutmam bunu.)
Ezan sesine karışan musiki kirli değil, aktır! Nietzsche ağladığında Tanpınar'ın kahkaha attığı zamanlar olduğu gibi dokunduğum en sıcak ekim akşamı da sen olmuş olabilirsin...

Aradığım bulunmayan - yanlış - arayıp da bulduğum bir kadın varlığında hüküm sürerken kıvrak ruhumun yosunlu dalgaları beyazsız ve köpüksüzdür! 
Kızıl saçları sarılaştırırsan erkenden beyazlaşmış orta yaş belirtisini de taşırsın hırka ceplerinde... 

Asla dün olmayan yarın peşindeki avcı, av olmuşken yokluk ayna akislerindeki varlığa bürünmüştür çoktan... Denizin tuzlu suyunda eriyen nehrin tatlı suları bir çınar altındaki çay bahçesinde demlenebilir..

Benim yeniden okunmuş satırlara alınmam gerek desem, bilirim ki kınarsınız. Kınamak! Kına yakılan parmakların masumluğunun öldürücü darbesindeki sarı şala gizlenmiş kırmızı bir çiçektir... Ve bir kere yaşamak kaçarsa iliklere durdurulamaz heyelan başlamıştır parmaklarda.

Saaatler mi yeter sanırsın, sadece buna aldanırsın!

Şöyle ki pulbiberli kimyon değil, pulbiber ve kimyondur insansılık kimlik!
Ve şu da bir gerçektir ki; yaşanınca tükenir, bilirsiniz!

Şimdilerde gemiler salındı okyanuslara... Ve yüreğim gemilere yük, gemiler okyanuslara...
Ve artık üşüsem de ellerin var! Yüklü eller üşümeli, üşüyen eller yüklenilmeli...