15 Aralık 2016 Perşembe

Ansızdan -4-

Tahtalı bir odaydı annemin iki odalı hiç salonlu evinin orta yeri. Biz randevularımızı günde bir kez olmak üzere oraya verir ve orada buluşur, orada bir, bilemedin iki saat beraber vakit geçirirdik. Ta ki elimle onların sevgisini itene dek. Pişman mısın diye soranlar oldu. Pişmansız ayrılıklar vardır, ama benimki mecburi bir ayrılıktı, bu sebeple pişmanlık yok içinde, diye cevapladım.

Mecburiyette pişmanlık ne kadar "ben"in elindedir. "Sen"i bile aşan bir mecburiyet bu. Sanki nefes almak kadar gerekli, bir mecburiyet de değil. En tepedeki "o"nun elindeki imkâna karşılık "sen" ve "ben"de olan mecburiyet. Pişmanlık olacaksa "o"nda olur. "Ben" ve "sen"de olmaz. 

Zamirler dünyası zordur, zamir felsefesi beynin nakışlarını zorlar, su salar beynin kıvrımlarına. En iyisi biz vazgeçelim pişmanlığın sorgusunda zamirlerin yakasından düşelim. Hadi, annemin evine geri dönelim.

Dantelleri vardı, yeni gelinlik zamanından kalma. Koltuklarımızın ortası çökmüştü yılların verdiği taşıma izinin tanıklığıyla. Odanın en köşesinde yer alan yemek masasının koltuklarına yakın olan yerinde babamın küllüğü olurdu hep. Önceden odanın tam ortasında demir döküm bir soba vardı. Sonra her ev gibi bizim ev de doğal bir gazla ısınmayı tercih etti. İşte o vakitten sonra mandalina ve kızarmış ekmek kokusu bizim evi terk etti. Bizim ev sanayi devrimine yenildi. 

Sonra evin insanları da sanayileşti, "idare devri" her açıdan kapanıp, "bir ah et, bin ah işit" devri başladı. Isıdaki mekaniklik bizim de ruhumuza teneffüs etti ve biz kaybettik. 

Odanın balkon olan tarafındaki köşede duran annemin yol arkadaşı olan - babam annemin yol arkadaşı olamadı, sadece olamadıklarının hepsi oldu - günde üç defa, hiç şaşmaz, "cici kuş, cici kuş, cici kuş" diye seslendiği sarı renkli, ifadesiz kuşu çekirdeği iç ederken duyduğu zevkteki sese katlanamaz olduğumda ayrıldım ben o evden. İlk vazgeçen ben oldum anlayacağın.

Sanki yaşama isteğinin bir kadınla (annem) bir adamın birleşmesinden oluşacak olan yeni bireye (ben) nesneleşmesi bir realite gibi değildi, bizim ailede. 

Ben hep vardım, annem ve babam sonradan gelmiş gibiydi. Ya o evden ayrılarak hayatta belki de ilk ve son bir eylem gerçekleştirecektim ya da sonuna kadar kendimi onlara kanıtlamak için uğraşıp duracaktım. 

Durmadım, olmadım, olamadım.

Her şey imkânların kıyısında mümkünlerin olasılıklarını daha da düşürüyordu.

Sözün kısalığında netice: kaynayan tencerenin buğusu zamanla, sadece, annemin elini ısıtmaya başladı. Evce, yemek yemeyi bıraktığımız an, en çok kendimizden uzaklaşarak kaç yıl uzağa düştük birbirimizde belirsiz bir durumda savrulduk.

Beni sen inandır, desem şimdi sana, tüm kadınlığıyla anneme haksızlık etmiş olmaz mıyım?

Seni tüm erkek gücümle sarsam, kaybettiklerimi sana kazandırmaya çalışsam babama hakaret etmiş olmaz mıyım?

Ya da hiçbiri. Belki yine yollar seni benden alır kim bilir? Sen de belki hepimizin (aile(min)) yaptığı gibi dönersin kalbine.

Fotoğraflardan bakıyorum ben yüzüme, acıyarak. Bilmem ayrıntılarını yüzümün. Halbuki seni yeni görmeme karşın tüm çizgilerinin koyuluğuna kadar anlatabilirmişim gibi.

peki. Cam güzeli. Söyle bana. En doğru zaman ne zaman? Ya lime lime olursak zamanın ellerinde?

"Kendi" ile barıştığımız zaman tekrar karşılaşalım. Ama böyle kırık ve dökük... Titrek mum ışıklı... Bilemeyiz...

11 Kasım 2016 Cuma

Ansızdan -3-

Adamın kulağına miras ninesinden kalma eskimiş türküler yoktu...

Kadınla karşı karşıya kalan Kafkaesk adamın sanki haftalardır ara vermeksizin bir çiviyi taşa çakmakla görevliymiş gibi elleri belirlenmiş salınımlarla hareket ediyor, içinden ise nefes nefese Kafka'nın Milena'ya olan aşkından nemalanıp kadını başsız bir başkentte karşılıyordu adeta. 

Kadın mı daha cesaretliydi, adam mı daha susmaklı bilinmezdi, ama söze ilk başlayan kadın oldu:

- Şimdi söyleyeceklerim çok mu ağır olacak kararsızım, ama konuşmaklı bir ihtiyacım var. Dirimim aydınlıklı bir toz bulutunda ne zamandır. Belki de zamanı kestiremediğimden herkese "ne zaman" diye soruyorum. Çünkü ne zamandır ellerim bir pencere kenarında derdimi saklıyor bilemiyorum. Ben, ben öylece kalıyorum kaskatı anıların içinde. İçimde kedilerin kavga sesleri. Ben, işte ben, böyle bir ülkenin ıssızlığının yanan ateşinde kalıyorum. Benim başkentim yok, vuslatım var, dedi ve sonra parmaklarına doğru bir şey daha fısıldayıp sustu, ama bu fısıltıyı adam duymadı.

"Başkent" demişti ama kadın, konuşmaya başlamadan önce acaba adam düşündüklerini seslice söylemiş miydi kendisine? O kadar eminsizdi ki her şeyden o an... Tek bildiği artık kendisinin de bir şey söylemesi gerektiğiydi, zira aynı konuşmaklık ihtiyacı kendisinde de hasıldı.

İçindeki müziğin sesini açıp, sokağın sesini kısarak söze başladı:

+ Sen zamanla kavgalandın bense iki asır sonra var olacak olan ağrının kefaretini ödedim, dedi ve sanki o an ilk defa yaşıyormuş gibi hissetti. Yokuşun başının estiğini ince ve uzun yüzünde ilk kez o an duydu adam. Sesini kendisi de dahil böylece ilan etti Havva kızına.

Uzun saçlarını sağ omzundan sol omzuna geçirip, derin denilecek soluğunu yokuşun aşağısına doğru bırakıp cam gibi gözlerini adamın minik, çekik gözlerine çevirerek kadın:

- Gözün, başın, kalbin, beynin, parmakların ayrı ayrı sızlaması kefaretin günah orucu mu, yoksa kurtulmanın mı derdindesin?

Adam da gözlerini kaçırmadan:

+ Sanki uzun zamandır yürüyormuşsun gibi. Ve sen, en olması gereken zamanda gelmedin; çünkü kendi gelme ihtiyacını bekledin değil mi? Şayet öyleyse, katilsin!

Kadın, sesli güldü. Ama saniyeler içinde kaç duyguya bürünebilir sorusunu yanıtlarcasına suratını önce güldürdü, sonra nötürleştirdi, bir ara öfkelendirdi ve yine nötürleştirip:

- Beni katil ilan ederek mi kefareti ödeyeceksin. Hâlbuki, daha iki asır var demiştin. Ben, seni öldürmedim. Beklentilerinin kuyularında ışıksız bırakılmış gibi hissetsen de içindeki kadını hissedemediğin sürece, ben gelmeyecektim zaten. Ben gitmedim, şimdi de gelmedim haliyle. Daha doğrusu ben, kendi arzumla hiçbir şey yapmadım, beni önce sen gönderdin, sonrasında da yine sen çağırdın.

Kadın ve adam arasında karşılıklı kurulan cümleler, yay ve okun masalına dönüşmüş, lakin kimse kan akıtmamış, ruh çıkartmıştı.

Adam, lacivert ceketini omzuna alarak bir algıyı daha gerçek kıldı ve yokuşu terk ederek kadını arkasında bırakacağını sandı. Kendisinden uzaklaşan her adımda biraz daha sesini yükselterek kıpkırmızı rengin imgesi hâline gelen dudaklarından:

- Sen gidersen sana benzeyen ben var, cümlesi döküldü kadından ve nane yeşili elbisesiyle yokuşun her köşesine yığılıp kaldı. 

Kedilerin karnının dolup boşaldığı zaman arasında yaşanan bahar günleri ile esen kavakların çıkardığı uğultu, aradaki boşluğu şimdi sokağın sesi dolduruyordu.

O an, kadın sılaya, adam vuslata dönüşmüş, her şeye rağmen bahar hüküm sürmeye devam etmişti.  


                                                                                                                      - devamlı hükmünde-

4 Kasım 2016 Cuma

Ansızdan -2-

Biraz konuşsa hâlbuki, yara kabuk bağlamaktan vazgeçecekti.
Yılların yalın ayak izinde bulunan hayatın takviminde vakit hızlı ilerlerdi. 

Uzun saçlarıyla değil dokunmak, iki kelâm edemiyordu. oysa, iki lafın beli kırılmadan ya da incitilmeden konuşsalar biraz vapur esintisi gibi rahatlatacaktı içindeki leylâk dallarını. "Benim biraz kalp ağrım var, gerisi dünya hâli" diyecekti belki de.

Kadın, zaman sorgulamasında görünenin kılınanla arasındaki farkın ince kaya köprüsünde dolanıyordu.

Adam, barınak diye başına sardığı çatıyı yağmur yağdığında inkâr ediyordu. Sözünü sesinden tanıyıp, bakışlarıyla akit imzaladığı cins-i mahlûkatı ne kadar yok sayabilecekti? Değirmenlere karşı kazanılan savaşın tarihte yeri de hükmü de yoktu.

Nesnelerin varlıklaşması güzeldi de varlıkların nesneleşmesi acıydı.

Adam, tartıp, biçip sorguların tepe lambasını tam söndürmüştü ki güzelliğin geçim kaygısı gütmediği kadınla o vakit, o yokuş başında karşılaşmıştı. 

Kadının ilk sözü "ne zaman?" olmuştu. Peki adamınki ne olacaktı? "Neden?" diye sorsa neden'le nasıl başlayacaktı? Sustu bir süre. Geceden beri bir şarkı nakaratı gibi diline dolanan Attila İlhan dizeleri:

"Bitirdiğimiz her şeye yeniden başladık
Dudağımızda birbirimizden mısralar" ı vardı elinde, dilinde, gözünde, zihninde...

Kurumsallaşmış bedeni, bu sarsıntıyı deprem misali karşılamıştı. Ne de olsa memuriyete en büyük eylemi bir ağaç seçip altında kitap okumaktı, daha büyük eymekliği yoktu vakitlerin kısırlığında. Bu bitiş sınırındaki ruhunu ancak şiirle temizleyebilirdi. Zehir oluk oluk akardı dizelerle. Gündeliğe fazlaca bulaşan mengene ucundaki ruh çatallaşarak delerdi, o zaman, günün saatlerini işte şiirlerle. Çünkü çekişen can sağ ve sol arasında bölünmez, sağlı ve sollu nefes alırdı, çünkü günleri asit içmiş rüya tadında geçerdi. Bu martavallara inanmış bedeni de zihni de kadını bir anda nasıl kanıksayabilirdi ki?

Kadında ise şiir; gece dersleri niteliğindeydi... Kadın, şiirler çınlayan bir çocukluk masalının soğukluğunu her daim taşıdığı ruhunun burkuntusunu derinlere iterek yaşardı. Her gün, yeşilin en bozuk tonlu, karanlık bir binaya girer ve günün en yaşanılası dakikalarını yaşamsız ve renksiz geçirirdi. Fanusun sırça duvarlarının buğusunu siler, damlalı camlar arasında akan vakti izlerdi. Bükümlü dillerini ekleyerek çoğaltmayı arzulardı.

O vakit, o yokuş başında bilmezlerde bilinmişli yaşama sırası, kader çarkında, kadındaydı...

Dudaklarının izin verdiği kadarıyla konuştu ve sadece: "Ne zaman?" diyebildi.


21 Ekim 2016 Cuma

Ansızdan

Derken sis indi...

Gündüzün orta yerine çöken bu flu perde iki gün sonra, Paris'e gidecek adamın üç numara saçlarının ucunda su damlası oluşturuyor, saçlarını değil belki, ama gözlerini buğulandırıyordu.

Sis bir nehirden inmemiş şehrin göbeğinde yer alan caminin avlusundaki buhurdandan yükseliyordu sanki. Ve sahipsiz ruhlar gibi, başı boş dolanıyordu ortalık yerde.

İnsanlar hissetmiyor, genç adam yaşıyordu.

Hava erken soğuğu yaşıyordu. Bir patika bulsa belki her şeyden vazgeçecek ve oradan gidecekti. Lakin bulduğu tek şey, bir tarlanın ortasında kalakalmış yabani bir fare misali gri silüetli insanlardı....

Sanki ilk kez yüzünün hatlarını ezberleyen ellerini yoklar gibi saçlarında gezdirdi. Gözlerindeki damlaları sildi.

Bazen mektupta ne yazdığının bir önemi olmaz ya hani, işte duygularının kağıt kalitesi de hissettiklerinin karşısında önemsizleşmişti. Önemli olan ise, içinden fark edilmeden fırlayan hayat idi.

Tam da o an - önemin önemini yitirdiği, farklılığın aynısını kaybettiği an - balıklar kanatlanmış, lambadan cin nihayet çıkmıştı. Olgular arasına sıkışmış hayatı, özünden bağımsız bir çölde kaynamaya başlamıştı.

Kendi kendini kıskanç bir baba gibi gözlemeye koyulmuştu. Yeni keşfettiği kapı duvardan kaçmaya yeltenirken kendi kendini yakalamaya kararlıydı. Ve her zaman dakikasında kendi kendinden kaçarken yakalanma arzusu daha da bir kabarıyordu.

Pılının pırtıklaştığı, kedileri boğmaya yarayan bir çuvala koyulmuş ruhu, hangi kayadan yontulduğunu, hangi kuyudan çekilip çıkarıldığını hatırlamıyordu. Duyduğu tek şey, etraftaki köpek sesleri ve güvercin kanat şaklamalarıydı.

Annesini hatırladı ve "Adım vardı, ama unuttum." diye fısıldadı. Derken, uzun saçlı kadın, saçlarını ona uzattı.

Onu pis kokulu bir nehirden çıkarıp aldığında parmaklarını şıklatıp "ne zaman" diye sordu. İçindeki bu yara, öldürmez ama ondurmazdı da...

Eski Yunanlılar'ın mektupları gibi, kendini sütle yazılmış satırlar gibi eritebilse görünmez diğer satırların arsında keşke. Belki o zaman ölebilecekti.

Kadın, güzel kokuyordu...
Kadın, güzel işitiyordu...
Kadın, güzel söylüyordu...
Kadın, güzeldi, güzel Kadındı...

O an, bir an ve nasıl ansızdan içinde var olabilmişti?

                                                                                                      - devam etmesi mümkün -

7 Ekim 2016 Cuma

Sosyal Bir Gerçeklik Masalı: Yokuş

bu yılın sokaklarına atılan satırların hatrına köşedeki sarı kedi susuyordu, giderken, akan suyun kirlettiği çiçekli bahçeye rağmen...

                              susan bağırıyor, ağlayan bağırıyor, gülen bağırıyor, konuşan zaten                                                      bağırıyordu.... bana biri bir şey sorsa, benim bağıracağım tek şey de                                                      "silik" olurdu.


       müzikle, insanla, iyilikle, kötülükle dolan o yokuş, baştan başa bir hiçliğin silikliğindeydi.
       bir sokak arasına kaçmış butik kafelerin çalması mecbur olduğu Fransız müzikleri bile insanların çamurlu ayak izlerini bilgilendiremiyordu.

               mor dumanlar yükselen insanların kafası, lağım giderinin pis suyuna karışmıştı.


              Sanki;
              yokuşun tam ortasına kurulan FABRİKA bacasından çıkan siyah duman,                                               her bir beyaz yakaya yapışıp "ÖLMEZLİĞİ Mİ BULDUN SANKİ?"                                                     diye haykırıyordu.




FENALIK ve İHSAN;  insanoğlunun tek sınavıydı bu yokuşta!

bu yokuş...  o yokuş...  şu yokuş...
nedir bu yokuş?

bu yokuş sanki; ayağı kırılıp uçamayan bir güvercinin mecburen sığındığı katil bir adamın avcunun içiydi...                                                    
                             

bu yokuş sanki; aforizmaların madamlaşmış haliydi.

ve bu yokuş sanki; sormadan binlerce adım atan kör bir satıcının sadece ve sadece üretmesi gibi tüm tersliklere gebe kalınan çeşme kurnasıydı.

                     
                        burası hayatın paslı denklemiydi.
                        manidar bir uçmaklık isteğinin yalan olduğu, ışıkları söndürseler bile
                        gece yanmalarının göründüğü, zaten kırılmış bir kızın minimalist, neşeli
                        yanıydı.

           
ve burada hep eylül'ü gelmişti ömrün... !!!



https://www.youtube.com/watch?v=IsobGko-RXE

20 Eylül 2016 Salı

Zemin Kat (Sevgiliden Çalıntı Bir Evde)

mehtabı geçince dördüncü sokağın sonundaki evin zemin katında yaşıyorum....

hava hiç olmayacak bir yerde bölünür, benim evimin odalarında.

sorma... benim misss kokulu anılarım olmadı öyle hiç... ama yine de katlayıp kuğu yapmaktan geri durmadım. ben sadece çok aşıktım o sevmedi. klişe bir hikâye anlayacağın...

fırtına kopmadan süpürülenlerdeniz biz...

söylenmiş sözler gibi unutulduk... az ötede havlayan o uyuz köpek var ya; yaraya yara diyemeyen yaracık diyebilen korkakların elinde perişan oldu. aklından geçenleri tutamayıp sabun kayganlığında mermere bırakan kaypak defter kapaklarında yırtıldı tüm gelmiş geçmiş, soy sop, akraba, akbaba...

inceden bir kadın sesinin beyne beyne vurması gibi zincirledi beni o kahvehaneye. ne ben yorgun ne de o çok yorgun. sadece içtik ben sarhoş oldum. o beni avuttu.

ben hep  leyla da onlar hiç kere mecnun!

aklım hep sonradan sorular sormaya başladı, hep sonradan.

maviology adlı albüme inandılar da turuncu saçların solduğunu söylediğimde inandıramadım kaldırım taşlarını bile. bir tek Üstad anlar o da küçümser...

"bana güvenmeyin lan" diye bağırsam aşağı mahalleden, yukarı mahalle kulak asmadan çamaşır asar iplere... beyazlar, iç kısma! mahrem ayyuka çıkmışken hâlâ gizli olan elbiseleri. ah mualla abla sen nostaljide kaldın, şimdilerde yerinde aysel'ler gezmekte...

tükenmedim damıtıldım... boyundan kırpılmadı o saçlarımın kendi özgüllüğü.

her cevap günahsa ben bir isyan.... yaradanın gizlendiği bulutların maviliği Homeros'un destanında bir kere bile yer almamış. gökkuşağı ya sadece siyah ve beyaz arasındaki boşluğun resmiyse?

hadi gülümse... çağımızın hastalığı... malum sunum çağı... her şey caka...

olan oldu ne olur? - hep oturup beklenir...

inceden bir şarkı başladı şimdi evimin duvarlarında hava yine bölündü, gök, hafiften karardı, mor menekşe rengini aldı... ben aslında buraya hiç gelmedim. hep tünelin içinde oturup seni bekledim. belki de hep zaman yanlıştır diyerek oturup bekledim.

sense öylesine beklemişsin tren gelmeyen bir garda.

kimse istemezdi böyle olsun...

12 Eylül 2016 Pazartesi

İçeriksiz Başlık ile Yarımca

Yazıya olan boyun borcumun hesap kesim tarihi dün gün batımında gömüldü, yazarkasa güldürmedi öldürdü...
Hesap verilme yazında insanoğlu çokça ölümle sınandı... Kayıplar hafıza kaybedecek kadar kazındı deriye...

Gül yüzlü, inceden ayarların fermuarını çekti bolca konuşan kadın ağzına... Kadın bu kez susup çokça utandı...

Galata'dan uçan güvercinler sokağın kandillerine konarak zat-ı kanatlarının uçmaklığını feda etmekle iştigal haldeyken emekliler çalışmaya revan oldu. O esnada fonda acılı bir kemane sesi avuç içlerini yırttı... Ve edilen bir temenniye akşam kehanetlerinde meczubun teki "amin el fatiha" diye dua etti.

Bize bu kadarı yetiyor muydu? -Mevlid okutsak?!

Buralarda iyice esnaf kafasına girdik. Kuru pilavla yetinmeye az kala öyle bakmayın her şey yıkılır.

Şalvarlı ergen banketlerdeki çiçeklerle sevgili avutma viraneliğinde geçmişe yanmaya derviş gibi hazırlanmakta...

İntihar eden yazar her satırında hâlâ ölümü küçümsemekte... Ölümse abdal sabrıyla durmaklıkta... Ve elleri her daim soğuk...

Ayyyy diye bağırsa kurbanlık arayan babanın bağır deliği tütmekte. Ve kaldırım kadını saç diplerini kaşımakta.

İçim umutla, dilim yasla yaşamakta...

Haksızlık sarı çizmeleri çekip sigara izmaritlerini toplarken geleceğin kavurucu kaygısına mide bulantısı çekmekte... Gidip de müptela olma derdinde...

Anlatılan bir kadın ikice erkek, biraz baba derdi, biraz evlât ezmesi... Nihayet bol acılı kuru ve az pilav...

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Onun Adı Zambak, Dili Leylaktı!

"Günaydın Mustafa Abi"
"Görüşürüz Mustafa Abi"

ile başlayan sabah "adımızı vapurlara yazsınlar" gibi bir arzulanmayla geçiyordu. kendi halinde bir derdi var, nasıl anlatsa kibar kibar bilemezdi. duymaz sağır uydurur usul usul. bir çıkarsamada Derida diye deliriyordu. yorumlayıcıyı da kattı mı işin içine tüm yapısalcılığı sarsıyordu derinden derinden.

derisinin altındaki kıpırdamaların güneş isteği, kapalı kollarını yakıyordu. bağımsız müzik durağı zepline daha beş dakika öncesinde gelmiş kendi kendine ben ve ötekiyle kavga ediyordu. olmayan işaretleri nasıl net göreceğini arıyordu. kaçak izleri izlerken çıkan yol bir su kenarının yosunlarıydı.

baktırmıyordu yüzüne. ama bıkıyordu çokça insanlardan. gülmekten korkar ağlamaktan utanmaz olmuştu genç dili. söz varlığına işlemiş tüm kavramlar sanki üflese kaçardı. boz bulanık gölgesi sanki diğerlerinden daha da soluktu. yarı koyuluğu neredeydi bilinmez. kedilerle konuşmayı çok isterdi ama kedilerin evine işemesini kabul edemezdi.   

zamanlar sıkıcı şimdiki zaman varlıklıydı. kendisi geniş bir zamanın üstündeydi. dilimlemek dillerin değil, ellerin işiydi. metrolardan hep yanlış duraklarda iner, korkmaktan ötürü hep korkardı. büyük şehirleri sevmez, sevmediklerini ajandasına kaydederdi. 

onun adı zambak, dili leylaktı.

köpüren zihinlere su ile müdahale etmek ister, ama hiçbir şey yapmadan geçer giderdi. yuvarlak gözlüklerini emanet ettiği bir felsefeciyle evlenemeyeceğini bilirdi. bunları düşünürken nalburdan aldığı boyayla annesinin eski banyosunu boyardı. küt böreği en sevdiğiydi. 

kırlangıçlı yazların geçerli zamanlarında kış soğuğunu yaşardı. sabah yolculadığı babasının arkasından bir maşrapa dua dökerdi. içi hep sızlar, gözleri hep parlardı. 

bir günah gibi eski bando tınılarını yankılatır beyninde, onları yansılardı gövdesinde. buruk tınıları en çok vapur esintilerinde dinlemeyi severdi. deniz grisini maviye bular yeşil görürdü her bir basamağı. 29 derece gösteren termometreler yalanlı yazın en sahte göstergeleriydi.

gözünden kanatlanan uçucu bakışlar, genç adamın omzuna konduğunda trenden inmiş adalar vapuruna binmiş olurdu. 

çaydanlıkta kaynayan buharı burnuyla çeker kalbiyle verirdi odasındaki yastıklara. ışık açmadan karanlıkta oturur karanlığı izlerdi. 

en çok kazaklarını sever özenle katlardı onları. dağılan bavullarını toplamazdı. radyolara gömülen çimenli şarkıları dinler güne usulca başlar çığlıklarla bitirirdi. balkonun aşağısında bekleyen şair adamı sofra bezini çırparken görürdü bir tek. 

ve damarları yavaş yavaş genişler uzun uzun uyuşurdu. ve sonsuzca uyanık kalmayı isteyerek bir geceye daha uyurdu. 

17 Haziran 2016 Cuma

Gri - Olmaz

olmaz, olmaz, olmaz.... diye başlayan bir şarkı söyle sen!

hüzne yakışma sen, derim ben şarkının ikinci bölümünde ikinci bir nefeste...

böyle geçerse eğer günlerin uzunluğu aforizmalı bir günün diz kapağı ağrısında sonlanmak şart!

bisiklet hırsızları türemiş sokaklarda. en köhnemiş tekerleri çalarlarmış, sokak kaldırımlarından.

keşkeyle başlayan cümleleri olsa da belki de korkakça sevebilirlermiş yine de...

göremezsin beni sokak lambalarının puslu ışıkları altında artık... verilmesi gereken sözlerimiz olsa da birbirimize görülmesi gereken zamanların hesapsızlığında ölmek gerekirmiş...

korkaklar giremez bu sokak lambalarının altına...

başakları biçen adam kutsalı yıkmış nihayetinde...

derdi inançla değil, kadınların imansızlığıyla...

kadınların pençeleri, kedilerin patilerine gizlenmiş vakitli bir adrese sığındığından beyni çizik çizik... sesler ve kelâmlar yarım...

dur, şarkının ikinci bölümü başladı, nakaratı yaklaşıyor haydi başla olmaz, olmaz, olmaz, olmaz....

sıra bana da gelir elbet...

kendini gül dalına asan kadın, dünya ilmeğinden bileklik yapmış parmaklarına... ilmek sana ait değil, başka adresteki başka bir adamın başka memleketlerine ait...

gitsene... hadi vazgeçmeli vakitlerin dakikalarını yaşa artık...

geçmişin arkandan bir müddet daha sürüklensin boş teneke tıkırtısında... aldırma!

sorma sen yine de ona, ama o her şeyi mor mu severmiş? avazının morluğu çoktan çıktığı için cesaretliyim bu soru karşısında... bakma ben de korkağın kendisiyim.

ince ince doğranmış, herkese de bir parça dağıtmış, sana da düşmemiş diye ne bu feryat...

bazen parça bütün etmez, bazen bütün parçalardan ibaretsiz sadece bütündür.

sen şarkılar söyle, atom elinde parçalansın... göğsün delinip geçilsin... ve yaya geçitlerinin kalın çizgileri silinsin dünya üzerinden... ünlemli sıcakların yaşandığı mekânlarda var olsun tekrardan.

ve nihayetinde...

olmaz, olmaz, olmaz, olmaz....

26 Nisan 2016 Salı

Puslu Poyraz

geç kalmış şermin'in yeri dedi bir kadın bense erken gelememiş beyoğlu diyorum.

hayat beklenmiyor; ama gardan kalkmış ve ne zaman geleceği bilinmeyen trenler bekleniyor.

albaylarla konuşanlardan, akıl hastanesinde tutulan günlüklerin kilitlerinden, kağıdı kesemeyen taş makasların körlüğünden boşandım ben bu sabah.

mesela söz olup azalan dertler yapsınlar, kadınlarsa saçlarının ilmiklerine taksınlar... sesim çıkmaz bu eylemekliğe...

ben beklemekteyim, kim gelecekse kayıklarımın gün batımına. çünkü dumanı bol günlerin geceleri bekleyen ferahlı nefesleri, akşam vakitlerinde daralıp boğulurlar.

benim tek gördüğüm her köşede yeniden aşk ve küçüklü kadınların küçüklü erkeklerle dansı... büyükleri de cep boyutunun pratikliğinde, pragmatik sevdaların tek atımlı kurşunlarının namlusunda.

Ve zamanın bu diliminde:

kendini ötekiyle barıştırmak zorunluluğunun mecburi istikametinin patikasında zincirli bir tamlamanın tam ortasında bulmak.

puslu poyraz eserse beyin açıklarında, göz limanının fırtınası kopuyor kızıl bölgelerde.

puslu poyraz, bir ütopyanın fotoromanı. resimlerin tepedeki evin bayrak direklerinde kurutulma ısısında rüzgarda dalgalanışı.

ve biraz kendiyle biraz senle salınışı...

zaman, bölümlerin meftunu olmuşsa, günlerin kaybı elektrik direklerinin tepesinde...

halbuki ucuz roman deyimi, pahalı paraların kıyımında.

"hayat 7 sinemalarda" diye seslenen küçük adam, bu dünyanın sevgilisi...

dünü gömen parmaklıksa bu sabah pencerede güneşi beklemekte.

bense fırtınalı bir gecenin ağaran göğünü...



22 Nisan 2016 Cuma

Hardal Sarısı

Yazıya kırıldı kalemim...

Tuz saçıldı her bir yana. Parmağımı ıslatıp ıslatıp topladım, ucu kırılmış tabağa. 

Ayak izlerinin sargısı çabuk çözüldü, lakin belleğin çabuk unuttukları kana susamıştı. Geçmiş zamanın andı donuk bakışların gerçekliğinde emekledi.

Kaldırımlardan kovulmuş kadın sıcaklığı, yolların asfaltında yumuşamıştı. 

Gelecek zamanlı düşler çatıyorum şu kapladığım dünya bezinde. Yamaları yamalayıp kurdelelerle süslemeye çabaladıkça dikiş tutmaz iğne uçları, tenimde batık uçların kan pıhtıları suda çözünür bazlıydı.

İki memesinden ağu damlayan, anne olmayan kadın ölgünlüğü akşam güneşi doğduğunda zamanlaşmıştı. 

Beynin kıvrımlarından kovmaya çalıştığımız tüm karınca duaları beddua olarak çarptı suratımızın vuslatına.

Beyin inledi kalbe, kalp sustu gözlere, kirpikler yağdırdı zavallılığı dillere...

Saat yediydi...

Sular dinmişti...

Sesler ölmüştü...

7 Nisan 2016 Perşembe

"Tekin Tek"leşti

Tekin Tek'i bulduğum dolmuş sıralarında güneş batmak üzere soyunmuştu nehrin üzerinde.

Bazı kadınların ellerinde akşamlık yemeğin erzağı bazılarında yalnız mutfağının kokusu. 

Oturduğumda Sisler Bulvarı'na kek ve kahve söyledim, gitmek istemediğimden tekinli tek başlı evime. Amacım burjuvazi akşam kahvemi yudumlamak değil, yalnızlığımı sindirmekti.

"Herkesin kendine göre derdi var." dedi bugün konuşmayan kadın. benimse derdim yok, yalnızlığım vardı. bunu desem ne kadarını anlayacaktı ki. Yalnızlığı da dertten sayacaktı.

Halbuki yalnızlık dert değil, bir istikâmetti.

Öyle ki biraz kafa tutmaktı. Mesela oturduğun mekânın modern acılı müziğine kafa tutup kulaklıktan Mark Eliyahu dinlemekti. Ve bu İstikâmetin bazı gerekleri vardı:

Öncelikle takıntılı olmaktı.
Su sesini kabak kemane tınısıyla değiş-tokuş yapmaktı.
hırkaları sevmekti.
Sonra sigarayı çok sevmekti.
Tekin Tek'leşmekti.
İdeal Kader Bakkaliyesi'nden alınan leblebi tozunu püskürtmekti.
aykkabı acısına aldırış etmemekti.
Kahveyi şekersiz tüketmekti.
Çeşme suyunu içebilmekti.
Yeterliliğin -meli/-malı'sını içselleştirebilmekti.
Gizli bahçeleri bulabilmekti.
Sevimsiz olabilmekti.
Madde başını geçip maddeleri orta yerinden kırabilmekti.
Kedili bir ajanda bulundurabilmekti.

...

Uzadı, ibrik doldu ve taştı...
Yalnızlık nefes aldı.
Müzik değişti, Faulkner yine uykuya daldı.
Ve akşamcı bir polen defterinin üzerine kondu.

Güneş dünyayı terk edeli kaç dakika oldu bilinmedi. Edilgen dil, etkene beş dakikadır üstün geldi. Kadın buna engel olmadı...

Zincir kırıldı ve yazı yapıştırıcı olamadı.

En çok gece ışıkları üşüttü.
Yavaşça soğuyan sıcak var oluşumu ispatlı zamanlara girdi ve büyüdü.
Ve nihayetinde kundaklar yırtıldı.

Patikalar asfaltlansa nasıl adımlayamazsa kadın da tahta aralarına sıkışmadan yaşayamadı. Çünkü yalnızlık en çok tahta aralarında nefeslendi. Tahta kuruları kulağından kemirmeye başlasa da o, uyluğundan bir kulak yaptı.

Adam 'giriftgâh'ı sordu, iç içe geçen halkaları büyüttü. Çıkıldı o an istikâmeti belirsiz dönüşe...

Karanlıklar içinde "leylak"lı bir ışık belirdi.
Su uyandı şimdi gece uyurken...
Akşamlardan düşen çiğ eridi.

Karşı evin oturma odasının ışığı yandı ve yalnızlık orada boynunu bükerek yürüdü. 

Ve

Akşam vaktine düşülen bu not çok yaşamadı!!!

15 Mart 2016 Salı

Gizil Gecenin Ayan Misafiri

Sokak bugün solmuş yapraklı defter arası çiçeklerinin zamanındaydı.
Ellerim baharın başlangıç soğuğunda...
Gönlüm gidenlerin arkasından buruk, kalanların yanında yarımca...
Yarımca, bazı yörelerde çörek ismi. Bende acıların nakaratı.
Kulaklarım kabak kemane burukluğunda.
Ellerimde taşıdığım tamlanamayan bir hüzünden kaynaklı kaynayan çaydanlık sesinin pazar günkü evime vermiş olduğu rehavet.
Karşımda yalanan kedi, dağılmış koltuk, terk edilmiş palto.
Med cezirli bahar zamanlarından bir vakitte çizgili defterimin son sayfalarını karalarken saçlarım kirlenmiş.
Perdesi yarı aralanmış camın buğusuna yazmak istediklerimin sığamayışı gönlümde yük-ül-müş.
Serenadsız balkon demirlerinin üzerinde yazdan kalma hamak ipleri...
Yarımca çözülmüş...
Yağmur dinmiş...
Sarı ışık sönmüş...
Yeşil kazak sökülmüş...
Nihayetinde ayaklarım üşümüş.
Marketin temizlik reyonu dolmuş, ekmek dolabı boşalmış bir gün yaşarken gözlerim dolmuş.
Rüzgara karşı yürüyen yaşlı amcanın kasketi yıpranıp ayaklarıma düşmüş.
Arabalar dizi dizi insanlar ise hep gizlenmiş.
İp dolanmış kulak deliklerim su geçirmez nitelikli. Niceliği metal yoksunluğu...
Beyaz-mavi-kırmızı renkli bayraklar ritmime uymuş sallanırken bacaklarım kırılgan halsizlik dansında.
Bulaşık suyu kirli, mutfak dağınık.
Ev karıncalı.
Ekmek küflü.
Peynir tabağı domatesli...
Gecenin sabahında uyanmak istemeyen insan evladı... İkili noktalara gebeli.
Kaçıp gidenlerin geçirgenliğini kaybetmekten korktuğum için başucumda saklı mendil safrani.
Küller biçare fil gövdesinde... Filler kafileli yollara revan edilmiş.
Parke taşlarının soyu soyunmuş. Büyük düşlerin kırıkları soyunmuş taşların arasına dökülmüş.
-Hava ne ara soğumuş?
-miş bilinmemiş -di'li konuşmalara çok geç kalınmış.
Nokta.

7 Mart 2016 Pazartesi

Banklı Mevsim - Kuş Cennetindeki Kadın'a -

zülkarneyn'in ellerine bırakılan taş bağrına basılmıştı aslında... çözemediği taşın ağırca hafifliği yolunu hızır'a çıkarmıştı. 

bazen yolların kesişme noktaları evdeki hesapla uyuşmaz ya da yola çıktıklarının kaybını hikâyelerin akışında kaybedip yitiriyorlar.

küçükken çok inanmışızdır çok istersek olacağına dair varoluşsal bir duaya. şimdilerde cemiyetsizlik diye kılıflanan toplum içinde ahmakça felsefe yapma zevkinden öte olmasa da. 
artık size dair kötü sözleri, kötü anları sayıklamıyorum... aksine bolca gülüştüğümüz, saçmaladığımız ama biz olduğumuz anıları taşıyorum ceplerimde.. sizi bağışladım, bağışlandım mı bilmiyorum? aslına bakarsanız pek de ilgilenmiyorum bağışın karşıdaki sevabıyla.

"sen olmayınca" yerine "ya varsındır ya da yok" demeyi tercih ettiğimden ötürü belki de fazla kayıplarımın karabiber oranı. 

banka oturma, kitaplanma ve sigaralanma zamanı gelmiş. mevsim banklı bahar, zaman nabız hissedişi tadında. yeni geldim ben aslında, fazlaca bir beklentim olmaz, geri dönmek istemem sadece.. nedense hep de geri gönderilmeye mecbur bırakılmışımdır. aranıza eskiden katılanlardanım ben... 

"ya sonrası" yolunu unuttuğumuz içindir mahallemizi terk edişin kolaylığı... birbirimizden kalan kaç cümledir? ben oturup hesaplamadım, ama kahkalarının yüksek tonajını çınlatan bu kulaklarımı susturamadığıma göre sesinin bana vermiş olduğu kelamları da unutmamışımdır, değil mi?

senden kalan bende...

benden kalan?

piyano resitalleri dinleyesim var... sonra zaman yollarında bir anda ruhum siyah bir arabanın ön koltuğunda beliriyor. yolumuz bir patika, biraz çamurlusundan... uzak bir köye tırmanırken dinlediğimiz opera o vakitlerde kadınlığımızı çınlatıyordu değil mi kuş cennetinden gelen kadın?

sahi kuş diyarı nasıl?

kendimden bir yol çiziyorum ben şimdilerde... sen yuva çatıyorsun... 

şunu öğrendim bir de; yanlış yaptıysam öğrenmek içindi... 

sorularım yok artık etrafımda... cevaplarım kendime veriliyor, inan başkasına değil... şarabın bir yudumuna bile değmiyor artık dudaklarım... öyle zor ki ayık kafayla tartıp biçmek... hikâyem devam ediyor ama inandırıcı kuş omuzumda yer almıyor... 

şimdi açıklayabilirim zülkarneyn'in ellerine bırakılan taşın ağırlığını: hızır'la aralarındaki bağın ağırlığıydı. hızır biliyordu ama zülkarneyn çözemiyordu...

akılla değil, kalple...
hırsla değil, şefkatle...
acıyla değil, buruklukla... 

devamı yok... her şey avuçlarının içinde...

hoşgeldin hoşçakallı... 

26 Şubat 2016 Cuma

Faulkner'ın Uykusu

Pulbiber Mahallesi'nde yaşayan bir kadınım ben. Tek sayıların kesiştiği yerde evim. Az önce Hafize'ye yazdığım mektubu sonlandırdım ve gece sevgilimle dolunayı izlemeyi... Yolculadım ardından el sallayarak... Televizyondaki ölümlere ağladım sonra kalktım gözlerimi karaladım, biraz da yanaklarımı alladım. 

Yağmurlu bir sabahın penceresinden miyavlayan kediciğe bir tas süt bıraktım. Ayaklarımı izleyen başımla beraber yola koyuldum. Omzumda çantam - oldukça - ağırdı. Geceden okuduğum kitapların işaretlenen kısımlarının mı ağırlığı bu denli yüklüydü, anlayamadım. Yanımdan geçen arabaları izleyen gözlerim siyah arabaları seçti ve sevmedi zamanla onları, fakat konuşmaya devam etti içinden...

Şahıslarla konuşmayı bırakalı tam 8 ay oldu. Dostlar şahıs kadrosuna geçeli de... Kulaklarım bu yenilgiyi kaldıramadı sağır oldu... 

Faulkner's Sleep tınısına açtı kapılarını... İçi acımadı, içi kurudu. 

Başımı yıllar önce intihar eden bir kadın gibi göğe kaldırdım ve yeryüzünün ilgisizliğiyle hafif kıldım bedenimi. O güne kadar kurduğum tüm kalıcı bağlarımı kılıçtan keskinleştirip konumlarını seçeneklendirdim. Sonra da piyasaya bilgisayar oyunu diye kakaladım. Çocuklar değil, yetişkinler oynayamadan terk ettiler diyar-ı ben'i. Bense en çok zihnimi sonra bedenimi terk ettim gün içerisinde. İçtiğim kahveler yemek borumdan aşağı süzülürken karın boşluğumdan çıkıp tarçın renkli bluzumu lekelediler. 

Bugün günlerden tarçın renkli boz başı boz bulanık boz porsuk-tu... Pis porsuk... Berber kuranların bilmecesini ise az ötedeki sevdimli sokakta terk edip haberim yok gibi davranarak ayaklarımın adımlarını saydım. "Arınalım, arınalım artık yolsuzluklarından şu densiz yeryüzünün kalık çirkefinden; sevgi yazısıyla!" diye sayıklarken leylakların boynunu büktüğünü fısıldadı kaldırımlı bir kader. Aldırmadan saydım ve bitmesin diye yakardım. 

Yine bütün arka bahçeleri gören o kadını anımsadım ve dua okudum ardından… Annesiz kalan Didem, canımı bıçakladı o saniyelerde. “Hani bana, hani ban” oynadı ellerimle. “Daha doğuramadığım Asya’mı annesiz bırakmak istemiyorum.” diye bağırdım yanımdan geçen ıslak gözlü köpeğe. Anlamadı, “deli” deyip koştu yanım sıra. Aldırmadım… 

Kadınlığımı tırnaklarımla kanırttım bazı bazı zamanlarda, onlara hiç acımadım… Kuru ve çatlamış toprak üzerinde debelenen erkek varlığına üzüldüm, anne şefkati cennetinde. Bilinmedim. 

Bazen kuru bir merhabayla geçiştirildim, bazen ellerle temizlendim. Yedi kat perdelerin ardında yazan yazı meleğiyle kavgalanıp bir düzlem olan yeryüzü boşluğuna sürgün edildim, yılmadım… Ürkünç yazgı bekçisinin kapısına kadar gidip geri dönüşlerimde ensemden çekilmiş kemiğin omurgasızlığında üşüdüm. Gülerken buluşlarım olduğunda ise ağladım… 

Alçak sözlerle uyandırılmadım yine de… İdeal kader bakkaliyesinin raflarından satın aldığım ödünç bedenlerin tozunu toprağını temizlemekten arındım… “Bu da benim kaderim” derken saçlarımın ağaran kısmını daha da bir sert yoldum… Sözün uzunca kısası acımadım etime iliğime… Kemiklerimi kendim parçaladım… 

Şimdi akşam oldu telif haklı Pulbiber Mahallesi’nde… Açık bıraktığım pencerelerimi kapattım ve kaldığım yerden örmeye devam ettim kazağı… Yastıkları uyutup mutfak lambasını açık bıraktım, gecenin son soluğunu çekip ben de uyukladım. 

Dipsiz bir not sadece: https://www.youtube.com/watch?v=hgtnjknRHGg

18 Şubat 2016 Perşembe

Mektuplar ve Pullar

elim yorgun, zihnim kırık...
"you are my shining star" yazılı saman kağıtlı defter, kokulu sabunun yanında.

bir yanda yeni doğumlar - hayat mücadelesi - bir yanda yeni ölümler. kana susamış yeraltı canavarı toprağı delip beş duyulu canlıları yutmakta... tek bir an bile duraksamıyor...

evet, evreni paylaştığımız başka canlılar da var, bunu her akşam izlemekte, duymakta benim insanım.

akşamlar ne vakit ürkütücü, güneş ne vakit ışık vermez oluyor.

sırtımızdan yukarı bir sızı yürüyor ensemize doğru ve kimse bizim iki büklüm değil, kaça katlandığımızı görmüyor.

söylesenize zamandan ve kişiden münezzeh olabilir miyiz? ne? eylem mi kalmaz? eylemlesek de eylemsizleşmedik mi?

söyleyin, boğazım kuruyor tükürükle ıslatın...

pulbiber tadında zamanlar, hani şu sahtesinden yediğinizde ağzınızı, burnunuzu, midenizi yakan cinsten.

kollarım ve bacaklarım yerçekiminin aşağısında, başım göğe doğru. saçlarım rüzgârda, gözlerim kupkuru. kalp atmıyor, beyin duyumsuyor. havayı soluyamıyorum, suyu içemiyorum. ayak tabanlarım artık kendi turuncu renginde değil, kızıla boyalı. saçlarım ağarıyor ve savaş çanları şeklinde kesiliyor. tırnaklarım eğriliyor ve sararıyor. 

bu ölü tanımı mıdır? adam, diyor ki: "tanımlardan ve izahtan daha soyutum şimdilerde." 

bu sözler geride kalan ölülerden giden ölülere bir haykırış oluyor...

vücut morarıyor.
nefes daralıyor.
kalp sıkışıyor.
sol kol ağrıyor.
ve
ve
ve
ve, merhaba yeni ölüm...

1 Şubat 2016 Pazartesi

Kafa Sargısı - Dumanlı Saha

GİRİŞ

Sözlerle ellerin eline düşmek, düşürmek böyledir diye başlar bu yazı...

Geçen sabahlardan birinde yine çay ocağından kahve alırken - karton bardağa - radyodaki ses "uşşak aşıkların makamıdır" dedi. Cümle öyle üzerine düşünülesi değildi belki ama ben çokça düşündüm.

Sonra geceleri ben radyo açmaya başladım. Şarkı falı bile yaptım. Açtığımda ilk çıkan şarkı tadına havale ettim gecenin tınısını.

Bekleyip de gelmeyenleri, beklemediğimde gelenleri içimin süzgecinden geçirdiğimde elimde kalanlarla yetinmediğimi, içimde kalanlarla mutlandığımı bildim.

Budanmış kadınların budanmış bileklerindeki çizgilerden okumayı öğrendim kayıp tutanaklarını. Yaşlı amcaların enselerindeki baklava deseninden deneyimlerinin yaşını okumayı öğrendiğim gibi...

Not: Sonra öğrenme ve daha da sonra sevme mertebesi yaşandı...

ÖĞRENME ve SEVME MESELESİNİN MERTEBELERİ

Şeytan çekici bakışlarda saklanırken kendi kendime sığınmayı öğrendim.

Not: Kadının öğrenemediği şeyler de vakiydi...

Öğrenemediklerim de vardı. Misal evimdeki baharatları baharatlıklardan kullanmayı değil de ağızları yarım açılmış ambalajlarından kullanmayı. Ben bir evin kadınının hamaratlığını öğrenemedim. Evimi baş köşede duran adamı ve kedisiyle sevmeyi bildim. Ezberlenmeyen şiirlerin kıvranmasında sevdim.

Alt dudağımın sağ tarafının seyirmesini hiçbir hayra yormadan yola devam etmesini öğrenerek ezberledim. Ve yeniden yola koyulmayı sevdim...

Çocuk gibi ağlayan sarhoşların mahzunluğunda masumluğun hesaplanmasını öğrendim. 

Kavanozda sakladığım küp şekerlerin kıtlanarak çaya yarenlik etmesini sevdim...

Sadece ve sadece resimlerin canlısına kavuştuğumda hep "tanıyordum" dedim. Her kavuşmak için ağzımı açtığımda gülümserken buldum ve matemin de böylesi demeyi öğrendim.

Çıkmaz sokaklarda biriken kara inat, çatılarda eriyen karların yaşandığı bir memlekette sevmeyi öğrendim ve severek öldüm!

Rüyalarımda hep vardın dediğimi yaşarken kaybettiğimde yaşayarak rüyalarıma taşıdığım adamı kaybettim!

Sonra... sonra mı karda uzun yürüdü bizle...

Ayraç niyetine yırttığım sayfaların belirtecini gelecek sayfaya bıraktığı gölgeliği çizmeyi öğrendim.

Siyahlı beyazlı kedimin her sabahın 5'inde beni uyandırışını sevdim...

Umutlu renklerin mutluluğunda bile taşıdıkları siyahı ayrı ve ayrı yorumlamayı öğrendim.

Bakkalın veresiye defterinde fazlaca üzerinden geçilen sayfaların parmak izli kirlerini ve uçlarının kıvrık olmasının sebebini hayattan çıkan acı bir dem olduğunu duydum ve sevdim...

Anı değil, gçmişi; geleceği değil, şimdiyi sevdim...

Nefeslik düşmanlarımı dünya merkezinden kaçarken öğrendim.

Ruhun dolu gelip boş gittiğini öğrenirken gezegenin yalnızı olarak kendimi ilan etmeyi sevdim...

Koyu kahve toprağa karışan suyun boy atan kokular saçtığını yaşamın orta kuyusunda öğrendim.

Saçlarından düştüklerimin bileklerine tutulu kalmayı sevdim...

Velhasılı kelâm kafamın dumanını, ellerimin çizgilerini, ayaklarımın çatlak topuklarını sevdim... Ve defterimin son sayfasının bana ait olmadığını öğrenerek özetledim:

Yaşadım.
Bildim.
Duydum.
Ezberledim.
Kaybettim.
Öldüm.
Ama;
Öğrendim ve
Sevdim...

5 Ocak 2016 Salı

Kırmızı Toz Biber

yılın ilk karının beyazlığındaki aklıkta basılmış ayaklarımın izlerine...

"eksik bir şey mi var hayatımda?" varlığının sorgu masasının ışığında ciğerime dolan "öyle bir şey"in anlatılmasına zorlanıyorum kötü polis tarafından. siyahından değil, yeşilinden yudumluyorum çayın... 

dolmuşun ön koltuklarında yaptığım yolculukların sayısını tahmin etmeye çalışsam da bulamıyorum çift basamaklı sayıların doğrusunu. sabahları sevgilime kızgın uyansam da yatağın soğumasından daha çabuk soğuyordu kızgınlığım...

herkesi bir yana savurduğum bir rüyalı gece geçirsem de sabah olup yün çoraplarımı giydiğimde anne kucağının sıcağını hissediyorum ayaklarımda...

şimdilerde ise yalanlı dolambaçların sokaklı çıkmazlarında vakti zamanında kandığım insanların zavallılıklarını okuyorum. karıncayı incitmediğini iddia eden kisvesiz bedenler bir kadın yüreğini ellerinin arasına alıp sıka sıka patlattıklarını göremeyecek kadar aptal-dı... hem sonra iyi ve kötü kavramı karıncanın canına ne ara emanet edilmişti de benim haberim olamıyordu?

turuncu deftere kayıtlı her şey zaman çarkının dişlisine takılıyor, bir kırıntı dahi olsa mor bereli kadının zihninde yer etmiş kalbinde ise çukur açıyordu.

korkmayın! herkes uyurken gideceğim... kimseyi ürkütmeden, kimseyi suçlamadan... suçlular, ürküntünün üzüntüsüne boğulmaktan hoşlanmazlar ne de olsa... onlar, parayla çalışır, iftirayla beslenirler...

demir çay tabağının orta yerine dimdik söndürülmüş bir izmarit "oyun değil" diye düşerken küllerin arasına vakit tamam oluyordu. annemin beyaz düşmüş saçları tam da o vakit kollarımı aklaştırıyordu. babamın yorgun diz kapakları yine de beni sırtlıyordu. 

dağlaşmış kitaplar okunmayı bekliyor-du...
yarım şişe su içilmeyi...
saçlarım okşanmayı...
bedenim sarmalanmayı...
mor sarıyı bekliyor-du...
gök yağmuru...
ellerim kalem kurusunu...
gözlerim Zeytin'i...
Zeytin Babası'nı...
Babası bisikletini...
bisiklet yolları...
kaçan nesil geçen nesili...


bir kâse sütle kandırıp beklentileri köşemdeki ılıklığa sırtımı verdim... Zeytin mırıltısı, Babası nefesi, nargile dumanı... günün en nihayetinde özeti...