26 Şubat 2016 Cuma

Faulkner'ın Uykusu

Pulbiber Mahallesi'nde yaşayan bir kadınım ben. Tek sayıların kesiştiği yerde evim. Az önce Hafize'ye yazdığım mektubu sonlandırdım ve gece sevgilimle dolunayı izlemeyi... Yolculadım ardından el sallayarak... Televizyondaki ölümlere ağladım sonra kalktım gözlerimi karaladım, biraz da yanaklarımı alladım. 

Yağmurlu bir sabahın penceresinden miyavlayan kediciğe bir tas süt bıraktım. Ayaklarımı izleyen başımla beraber yola koyuldum. Omzumda çantam - oldukça - ağırdı. Geceden okuduğum kitapların işaretlenen kısımlarının mı ağırlığı bu denli yüklüydü, anlayamadım. Yanımdan geçen arabaları izleyen gözlerim siyah arabaları seçti ve sevmedi zamanla onları, fakat konuşmaya devam etti içinden...

Şahıslarla konuşmayı bırakalı tam 8 ay oldu. Dostlar şahıs kadrosuna geçeli de... Kulaklarım bu yenilgiyi kaldıramadı sağır oldu... 

Faulkner's Sleep tınısına açtı kapılarını... İçi acımadı, içi kurudu. 

Başımı yıllar önce intihar eden bir kadın gibi göğe kaldırdım ve yeryüzünün ilgisizliğiyle hafif kıldım bedenimi. O güne kadar kurduğum tüm kalıcı bağlarımı kılıçtan keskinleştirip konumlarını seçeneklendirdim. Sonra da piyasaya bilgisayar oyunu diye kakaladım. Çocuklar değil, yetişkinler oynayamadan terk ettiler diyar-ı ben'i. Bense en çok zihnimi sonra bedenimi terk ettim gün içerisinde. İçtiğim kahveler yemek borumdan aşağı süzülürken karın boşluğumdan çıkıp tarçın renkli bluzumu lekelediler. 

Bugün günlerden tarçın renkli boz başı boz bulanık boz porsuk-tu... Pis porsuk... Berber kuranların bilmecesini ise az ötedeki sevdimli sokakta terk edip haberim yok gibi davranarak ayaklarımın adımlarını saydım. "Arınalım, arınalım artık yolsuzluklarından şu densiz yeryüzünün kalık çirkefinden; sevgi yazısıyla!" diye sayıklarken leylakların boynunu büktüğünü fısıldadı kaldırımlı bir kader. Aldırmadan saydım ve bitmesin diye yakardım. 

Yine bütün arka bahçeleri gören o kadını anımsadım ve dua okudum ardından… Annesiz kalan Didem, canımı bıçakladı o saniyelerde. “Hani bana, hani ban” oynadı ellerimle. “Daha doğuramadığım Asya’mı annesiz bırakmak istemiyorum.” diye bağırdım yanımdan geçen ıslak gözlü köpeğe. Anlamadı, “deli” deyip koştu yanım sıra. Aldırmadım… 

Kadınlığımı tırnaklarımla kanırttım bazı bazı zamanlarda, onlara hiç acımadım… Kuru ve çatlamış toprak üzerinde debelenen erkek varlığına üzüldüm, anne şefkati cennetinde. Bilinmedim. 

Bazen kuru bir merhabayla geçiştirildim, bazen ellerle temizlendim. Yedi kat perdelerin ardında yazan yazı meleğiyle kavgalanıp bir düzlem olan yeryüzü boşluğuna sürgün edildim, yılmadım… Ürkünç yazgı bekçisinin kapısına kadar gidip geri dönüşlerimde ensemden çekilmiş kemiğin omurgasızlığında üşüdüm. Gülerken buluşlarım olduğunda ise ağladım… 

Alçak sözlerle uyandırılmadım yine de… İdeal kader bakkaliyesinin raflarından satın aldığım ödünç bedenlerin tozunu toprağını temizlemekten arındım… “Bu da benim kaderim” derken saçlarımın ağaran kısmını daha da bir sert yoldum… Sözün uzunca kısası acımadım etime iliğime… Kemiklerimi kendim parçaladım… 

Şimdi akşam oldu telif haklı Pulbiber Mahallesi’nde… Açık bıraktığım pencerelerimi kapattım ve kaldığım yerden örmeye devam ettim kazağı… Yastıkları uyutup mutfak lambasını açık bıraktım, gecenin son soluğunu çekip ben de uyukladım. 

Dipsiz bir not sadece: https://www.youtube.com/watch?v=hgtnjknRHGg

18 Şubat 2016 Perşembe

Mektuplar ve Pullar

elim yorgun, zihnim kırık...
"you are my shining star" yazılı saman kağıtlı defter, kokulu sabunun yanında.

bir yanda yeni doğumlar - hayat mücadelesi - bir yanda yeni ölümler. kana susamış yeraltı canavarı toprağı delip beş duyulu canlıları yutmakta... tek bir an bile duraksamıyor...

evet, evreni paylaştığımız başka canlılar da var, bunu her akşam izlemekte, duymakta benim insanım.

akşamlar ne vakit ürkütücü, güneş ne vakit ışık vermez oluyor.

sırtımızdan yukarı bir sızı yürüyor ensemize doğru ve kimse bizim iki büklüm değil, kaça katlandığımızı görmüyor.

söylesenize zamandan ve kişiden münezzeh olabilir miyiz? ne? eylem mi kalmaz? eylemlesek de eylemsizleşmedik mi?

söyleyin, boğazım kuruyor tükürükle ıslatın...

pulbiber tadında zamanlar, hani şu sahtesinden yediğinizde ağzınızı, burnunuzu, midenizi yakan cinsten.

kollarım ve bacaklarım yerçekiminin aşağısında, başım göğe doğru. saçlarım rüzgârda, gözlerim kupkuru. kalp atmıyor, beyin duyumsuyor. havayı soluyamıyorum, suyu içemiyorum. ayak tabanlarım artık kendi turuncu renginde değil, kızıla boyalı. saçlarım ağarıyor ve savaş çanları şeklinde kesiliyor. tırnaklarım eğriliyor ve sararıyor. 

bu ölü tanımı mıdır? adam, diyor ki: "tanımlardan ve izahtan daha soyutum şimdilerde." 

bu sözler geride kalan ölülerden giden ölülere bir haykırış oluyor...

vücut morarıyor.
nefes daralıyor.
kalp sıkışıyor.
sol kol ağrıyor.
ve
ve
ve
ve, merhaba yeni ölüm...

1 Şubat 2016 Pazartesi

Kafa Sargısı - Dumanlı Saha

GİRİŞ

Sözlerle ellerin eline düşmek, düşürmek böyledir diye başlar bu yazı...

Geçen sabahlardan birinde yine çay ocağından kahve alırken - karton bardağa - radyodaki ses "uşşak aşıkların makamıdır" dedi. Cümle öyle üzerine düşünülesi değildi belki ama ben çokça düşündüm.

Sonra geceleri ben radyo açmaya başladım. Şarkı falı bile yaptım. Açtığımda ilk çıkan şarkı tadına havale ettim gecenin tınısını.

Bekleyip de gelmeyenleri, beklemediğimde gelenleri içimin süzgecinden geçirdiğimde elimde kalanlarla yetinmediğimi, içimde kalanlarla mutlandığımı bildim.

Budanmış kadınların budanmış bileklerindeki çizgilerden okumayı öğrendim kayıp tutanaklarını. Yaşlı amcaların enselerindeki baklava deseninden deneyimlerinin yaşını okumayı öğrendiğim gibi...

Not: Sonra öğrenme ve daha da sonra sevme mertebesi yaşandı...

ÖĞRENME ve SEVME MESELESİNİN MERTEBELERİ

Şeytan çekici bakışlarda saklanırken kendi kendime sığınmayı öğrendim.

Not: Kadının öğrenemediği şeyler de vakiydi...

Öğrenemediklerim de vardı. Misal evimdeki baharatları baharatlıklardan kullanmayı değil de ağızları yarım açılmış ambalajlarından kullanmayı. Ben bir evin kadınının hamaratlığını öğrenemedim. Evimi baş köşede duran adamı ve kedisiyle sevmeyi bildim. Ezberlenmeyen şiirlerin kıvranmasında sevdim.

Alt dudağımın sağ tarafının seyirmesini hiçbir hayra yormadan yola devam etmesini öğrenerek ezberledim. Ve yeniden yola koyulmayı sevdim...

Çocuk gibi ağlayan sarhoşların mahzunluğunda masumluğun hesaplanmasını öğrendim. 

Kavanozda sakladığım küp şekerlerin kıtlanarak çaya yarenlik etmesini sevdim...

Sadece ve sadece resimlerin canlısına kavuştuğumda hep "tanıyordum" dedim. Her kavuşmak için ağzımı açtığımda gülümserken buldum ve matemin de böylesi demeyi öğrendim.

Çıkmaz sokaklarda biriken kara inat, çatılarda eriyen karların yaşandığı bir memlekette sevmeyi öğrendim ve severek öldüm!

Rüyalarımda hep vardın dediğimi yaşarken kaybettiğimde yaşayarak rüyalarıma taşıdığım adamı kaybettim!

Sonra... sonra mı karda uzun yürüdü bizle...

Ayraç niyetine yırttığım sayfaların belirtecini gelecek sayfaya bıraktığı gölgeliği çizmeyi öğrendim.

Siyahlı beyazlı kedimin her sabahın 5'inde beni uyandırışını sevdim...

Umutlu renklerin mutluluğunda bile taşıdıkları siyahı ayrı ve ayrı yorumlamayı öğrendim.

Bakkalın veresiye defterinde fazlaca üzerinden geçilen sayfaların parmak izli kirlerini ve uçlarının kıvrık olmasının sebebini hayattan çıkan acı bir dem olduğunu duydum ve sevdim...

Anı değil, gçmişi; geleceği değil, şimdiyi sevdim...

Nefeslik düşmanlarımı dünya merkezinden kaçarken öğrendim.

Ruhun dolu gelip boş gittiğini öğrenirken gezegenin yalnızı olarak kendimi ilan etmeyi sevdim...

Koyu kahve toprağa karışan suyun boy atan kokular saçtığını yaşamın orta kuyusunda öğrendim.

Saçlarından düştüklerimin bileklerine tutulu kalmayı sevdim...

Velhasılı kelâm kafamın dumanını, ellerimin çizgilerini, ayaklarımın çatlak topuklarını sevdim... Ve defterimin son sayfasının bana ait olmadığını öğrenerek özetledim:

Yaşadım.
Bildim.
Duydum.
Ezberledim.
Kaybettim.
Öldüm.
Ama;
Öğrendim ve
Sevdim...