28 Temmuz 2017 Cuma

Kendime

bir kadın, inlemeler tadındaki bir şarkıyı usulca icra ederken ben senin kemikli omuzlarında uyumaya çalışıyordum sanki... kediler gibi bıraksan mırıl mırıl-danacaktım.

bir kadının değerlisi nedir? ya da kimdir? hayattaki vazgeçilmezi nedir? inan ben bir kadınım ve bu sorular bana şu an çok ağır ve içinden çıkılmaz geliyor. harfler üzerinde dolaşan parmaklarım bir zihin kadar ağır işlemekte. yazmaya üşenmiş, yazmamayı eseflemiş bir haldeler sanki.
bir ara evim karıncalıydı ya hani sen de bilirsin şimdilerde parmaklarım işte...

radyoda "wanna please, wanna keep, wanna treat your woman right" diye bağırıyor melez bir kadın. sesi beni yumuşatıyor ve dün bindiğim, şoförünün kadın olduğu, içinin de yumuşatıcı koktuğu dolmuşa çağrıştırıyor. sorma "neden" diye, öncelikle bu soru benim hakkım, sonrası ise nedensiz yaşasak sadece bir günü... becerebilir miyim bilmem?!

bugün gökyüzü güneşli... karşımda bir otoban mevcut... sen birazdan oradan geçeceksin 4 numaralı koltukta oturmuş benim bulunduğum binaya doğru bakacaksın beni göremeyeceksin, ama ben o pencerenin tam da önünde seni yolculuyor olacağım. "kalsaydın da sarsaydım seni" diyeceğim. senin gibi çağlayamam belki, ama ben de usul usul akarım sonsuza dek akarım. bensiz her yola çıkışında olanı biteni kalanı kaçanı hep fazla merak eder oluyor, her saniyenin sağlıklı olmasını çok ama çok önemsiyorum. babanın boynuna geçen geçim ilmiğinin kalınlığı nasıl ay'ın şavkının umurunda olmazsa benim de diğerleri değil, ama yolların sağlığı anlağımın tek derdi oluyor.

hayranı olduğum kadın yeni albüm çıkarmış yine sesinin tınısıyla beni kavrıyor, burkuyor, eğiyor, büküyor. fazla daldım kelimelerin madde boyutuna maneviyatından uzaklaştım. düşünemez, tutunamaz, yaşayamaz olmuştum artık. hiçkimseden herkese giden yolda "bana bir şey anlat" derdinde kalırken; 13.20 treni kalkıyor gardan. yalnızlığın kekremsi tadını şerbete çevireli birkaç zaman oldu dimağımda. 

hem leylak kelimesi yine dilimde, zihin labirentinde ara sıra yolunu kaybetse de. anlaşılmak derdim değil, anlatmak mesele... çünkü pembe ve beyaz yalanlardan daha çok lazım gerçeğin pervazlarına... 

gitmenin adabından lazım derken, kalmayı öğreniyorum sıcak yazın belirli günlerinde. yalnızlık böyle vuruyormuş. böyle susuyormuş bir kadın. 

ama korktuğum kadar razı değilim artık dünya gazetesine... gazete de değil belki, mecmua. zamanın dilimlerine bölünmüş, sığınmış satırların yer aldığı mecmua...  

uzun bir zamandan sonra ben buradayım. aşk bir yerden bul beni ve çöz artık beni... başımda yeşil bir yemeni ile beklerken seni... 

oyalanıp duruyorum içimin oyalarında. 

o zamansa zaman - şartlı geniş zaman çekiminde - içinde tekrar hoşbuldum...

9 Şubat 2017 Perşembe

Kum Tepeli Mahallesinin Cımbız Gözlü'sü...

mümkün olsa kulaklarımı çıkarıp yaşayacağım hücremde. hücre de bazen sessiz olmuyor. insan insana diken misali batabiliyor. sigarasız yazılmıyor. kelimelere yine bana küsmüş anlaşılan. gönül almaktan biçare halim yakalı gömleklerin kiri kadar emekli değil maalesef.
bilmediğim bir dilin tınılı tıngırtısı kulaklarımı sessizleştirirken zihnim lekelenmekte.

şöyle çıksam trenin iki rayının üstüne. bir ayağım bir rayın, diğeri diğer rayın üstünde. dengemi sağlamaya çalışırken bir yandan da bağırsam var gücümle "eeeeeyyyyy erguvan çiçeği... biz üç pervane hükmündeyiz... ateşin peşinde dolaşan üç deliyiz... ilkimiz ateşe yaklaşıp aşkın manasını çözdüm dedi, ikincisi kanatlarını yakıp sakat kaldı aşk bu, dedi... üçüncüsü ise, ateşe attı son nefesiyle aşk ölmekmiş, dedi ve öldü."

sonra trenin 4. vagonunda 21a nolu koltukta bulsam ruh-ı revanımı. hızlandıkça hızlansam. treni boydan boya koşsam. yollarda kuşlar da olsa. dans edeni, zıplayanı, öteni, kaçanı... yollarda kireçli ağaçlar bulunmasa.... 

hepsi birer damgalı pul niyetinde isteriklerdi...

çünkü, ağaç gövdeli direkler mevcudiyetini kıble yönündeki ışıklarıyla kabul ettirebiliyorlardı. halimiz darma duman desem iç acımaz da bir mide ürküntüsü verir, bu acımtırak sözlerin manaları bayatladı azizim...

azizim, diyince ben sizi Muzaffer Işık'la tanıştırmadım değil mi? efenim, o benim kahramanım. dalga geçmiyorum, her anlamda kahramanım. önce hayatımın sonra yazmak istediğim tüm kısmetlerin kahramanı. sonra, size onu uzun uzun anlatırım. 

şimdi trenlerle olan kaderli kısmetli kavgamıza geri dönelim....

treni boydan boya koşsam ve ufak bir adımla tekrar bulsam kendimi raylarda. bu kez eşlik eden kuşlar değil, denizler olsa. ben hep denizi olan bir şehirde yaşamak istedim, istedikçe de yollarım hep yüksek dağların olduğu şehirlerin kesif yollarına çıktı. fişi çekilmiş gibi hayatımı böldüm böldüm yeniden başlattım. yalnız, bir keresinde kumlarda fallara bakan, dalgalı saçları olan, benim doğduğum yıl ölen şair bir kadına rastladım. cımbız gözlümü anlattım, o da bulutların çekilmesini seyreyledi. göğün mavisiyle her şeyi çılgınca maviye boyayanlar arasındaki farkı önce anlattı, sonra da bir güzel alayını kalayladı. sonra valse eden kuşların arasına katılarak gizi kazınmış aynaların sırları gibi yavaş yavaş dökülerek yeryüzü kandırmacısından kendini sıyırdı.  

onun gidişinin ardından rüzgârla birlikte biriktirdiğim tüm kum tepecikleri savrulmaya başladı. saçlarım kopacak kadar hızlı bir şekilde rüzgâra eşlik etmeye başladı. ellerim benden bağımsız kumların taneciklerini tutmak için onları izlemeye başladı. ve işte şimdi tam fırtınanın ortasındaydım. neden ve nasılla kendini şişirmiş olan hınç kısıklı bir bakıştan akıp gitti. 

- aaaaaaahhhhhhhhhh ahhh ahhhhhhhhh, diye sevmek zamanlı bir film müziğine başladı. 
çingeneler zamanı göçlü kavimlerin ayak izlerinde yok olmaya yüz tuttu... zaman gelecekte kayboldu...

not: cımbız gözlü Muzaffer Işık'ın kaderi de bir kum tepeciğinin tepesinde başlıyordu...