9 Şubat 2017 Perşembe

Kum Tepeli Mahallesinin Cımbız Gözlü'sü...

mümkün olsa kulaklarımı çıkarıp yaşayacağım hücremde. hücre de bazen sessiz olmuyor. insan insana diken misali batabiliyor. sigarasız yazılmıyor. kelimelere yine bana küsmüş anlaşılan. gönül almaktan biçare halim yakalı gömleklerin kiri kadar emekli değil maalesef.
bilmediğim bir dilin tınılı tıngırtısı kulaklarımı sessizleştirirken zihnim lekelenmekte.

şöyle çıksam trenin iki rayının üstüne. bir ayağım bir rayın, diğeri diğer rayın üstünde. dengemi sağlamaya çalışırken bir yandan da bağırsam var gücümle "eeeeeyyyyy erguvan çiçeği... biz üç pervane hükmündeyiz... ateşin peşinde dolaşan üç deliyiz... ilkimiz ateşe yaklaşıp aşkın manasını çözdüm dedi, ikincisi kanatlarını yakıp sakat kaldı aşk bu, dedi... üçüncüsü ise, ateşe attı son nefesiyle aşk ölmekmiş, dedi ve öldü."

sonra trenin 4. vagonunda 21a nolu koltukta bulsam ruh-ı revanımı. hızlandıkça hızlansam. treni boydan boya koşsam. yollarda kuşlar da olsa. dans edeni, zıplayanı, öteni, kaçanı... yollarda kireçli ağaçlar bulunmasa.... 

hepsi birer damgalı pul niyetinde isteriklerdi...

çünkü, ağaç gövdeli direkler mevcudiyetini kıble yönündeki ışıklarıyla kabul ettirebiliyorlardı. halimiz darma duman desem iç acımaz da bir mide ürküntüsü verir, bu acımtırak sözlerin manaları bayatladı azizim...

azizim, diyince ben sizi Muzaffer Işık'la tanıştırmadım değil mi? efenim, o benim kahramanım. dalga geçmiyorum, her anlamda kahramanım. önce hayatımın sonra yazmak istediğim tüm kısmetlerin kahramanı. sonra, size onu uzun uzun anlatırım. 

şimdi trenlerle olan kaderli kısmetli kavgamıza geri dönelim....

treni boydan boya koşsam ve ufak bir adımla tekrar bulsam kendimi raylarda. bu kez eşlik eden kuşlar değil, denizler olsa. ben hep denizi olan bir şehirde yaşamak istedim, istedikçe de yollarım hep yüksek dağların olduğu şehirlerin kesif yollarına çıktı. fişi çekilmiş gibi hayatımı böldüm böldüm yeniden başlattım. yalnız, bir keresinde kumlarda fallara bakan, dalgalı saçları olan, benim doğduğum yıl ölen şair bir kadına rastladım. cımbız gözlümü anlattım, o da bulutların çekilmesini seyreyledi. göğün mavisiyle her şeyi çılgınca maviye boyayanlar arasındaki farkı önce anlattı, sonra da bir güzel alayını kalayladı. sonra valse eden kuşların arasına katılarak gizi kazınmış aynaların sırları gibi yavaş yavaş dökülerek yeryüzü kandırmacısından kendini sıyırdı.  

onun gidişinin ardından rüzgârla birlikte biriktirdiğim tüm kum tepecikleri savrulmaya başladı. saçlarım kopacak kadar hızlı bir şekilde rüzgâra eşlik etmeye başladı. ellerim benden bağımsız kumların taneciklerini tutmak için onları izlemeye başladı. ve işte şimdi tam fırtınanın ortasındaydım. neden ve nasılla kendini şişirmiş olan hınç kısıklı bir bakıştan akıp gitti. 

- aaaaaaahhhhhhhhhh ahhh ahhhhhhhhh, diye sevmek zamanlı bir film müziğine başladı. 
çingeneler zamanı göçlü kavimlerin ayak izlerinde yok olmaya yüz tuttu... zaman gelecekte kayboldu...

not: cımbız gözlü Muzaffer Işık'ın kaderi de bir kum tepeciğinin tepesinde başlıyordu...